20 Ekim 2021 Çarşamba

Türk Ekonomi Figürleri ve Hikmet Uluğbay

Merkez bankası başkanlarının imzaları banknotların üzerinde olur, malum. Bugün yaşı 25-30'un üzerindekilere sorsanız hepsi en afili imzanın Süreyya Serdengeçti'ye ait olduğu konusunda hemfikir olacaklardır. Bu bilgi de o neslin ekonomi figürleri hakkındaki tek bilgisidir büyük ihtimalle. 80 sonrası toplumsal hafıza anlamında korkunç bir alzheimer salgını (evet, bizim toplumumuzda bu hastalık bulaşıcı) yaşayan Türkiye'de merkez bankası başkanları ve ekonomi bakanlarının isimlerinin bilinmesi, göreve gelmeleri ya da görevden alınmalarının gündem olması falan böyle şeyler çok yeni. Aslında kısa süreli hafızamızın bittiği fakat ne hikmetse 20 yıldan öncesinin cam gibi hatırlandığı şu günlerde, koltuklarında ancak bir çay içecek kadar kalabilen merkez bankası başkanları ve maliye bakanlarının isimlerini hatırlıyor olabilmemiz mucizevi bir şekilde hafızalarımızın düzeldiğini de gösteriyor olabilir. Sanırım gelir düzeyi düştükçe değişen yeme rejimimiz B vitamini açısından zengin bir hale geldi.

Fırtınalar koptuğunu, bizi bir oraya bir buraya savurduğunu düşündüğümüz 90'lar gündeminin şu son 10-12 yıl ile kıyaslandığında deniz meltemi gibi kaldığının ne kadarımız farkındayız bilemiyorum ama 90'ları ne ile eleştirdiysek daha fazlasını yaşıyoruz bir düzine yıldır. Yolsuzluklar, ortaya çıkan skandallar, terör, irticai faaliyetler, siyasi cinayetler derken ancak bir sorgu odası ferahlığında geçen o yılların ardından geldiğimiz noktada tüm o yaşadıklarımızın katlarca fazlasını yaşayıp bir de bunları normalleştirdiğimizi görmek, toplumsal alzheimerımızı bir nebze hafif geçiren minnacık bir azınlığın uykusunu kaçırıyor sadece.

Enflasyon
un yıllık ortalamasının %70 olduğu 90'lı yıllar Ergun Göknel ve İSKİ skandalı, Civangate, Mesut Yılmaz ve Türkbank yolsuzluğu, Tansu Çiller'in örtülü ödenek ve Selçuk Parsadan hikayesi, Necmettin Erbakan ve meşhur Kayıp Trilyon gibi ses getiren olaylarla geçti. O zamanlar bu tür olaylar kolaylıkla örtbas edilemiyor, şimdilerde alıştığımız şekliyle suç ortağını satmak amacıyla değil; kim bilir belki koalisyonlar ülkesi olduğumuzdan belki de gazetecilik bugünkinin aksine kulağına fısıldananı kağıda dökmek dışında anlamlar taşıyan bir meslek olduğundan bu olaylar kamuoyunda tepki görüyor, ama yeterli ama yetersiz hukuki süreçlere yönleniyordu. 90'ların sonuna doğru daha da derinleşen ekonomik kriz ise tüm bu yolsuzlukların yanında yapısal bazı eksikliklerin de ürünüydü elbette. Krizlerin nedeni genç ülkenin tarihinde pek çok kez değişti ama ortalama Türk politikacısının kişisel ve mesleki ahlakının mide bulandıran düşüklükteki seviyesi hiç değişmedi.

20 yıldan öncesi söz konusu olduğunda bir anda kuvvetlenen hafızanın her şeye rağmen zayıf kaldığı bazı olaylar var tabi. Bu anlamda ara sıra aklımda bir fotoğraf karesi, bir cümle olarak patlayan flashbacklerden biridir Hikmet Uluğbay. "Canına kıyan ekonomi bakanı" olarak aklımda kalan bu karakter Türkiye'nin gündemine oturmuş, kendi seçtiği siyasilerin onursuzluğundan yılan bir topluma yine kendi seçtiği insanların içerisinde iyi birileri olabileceğine dair polyannacı bir umut da vermişti. İntihar olayına giden sürecin Mesut Yılmaz'ın yanlış bir demeciyle başladığını Mesut Yılmaz'ın da kabul etmesine rağmen, o zaman sınırları bu kadar belirsiz olmayan yandaş medya bileşenlerinin Siyasal İslam tarafında olanları çizgilerinden ödün vermeyerek, Uluğbay'ın aile içerisindeki çarpık bazı ilişkilerin sonucunda oğlu tarafından vurulduğu söylentisini yayarak hem Kayıp Trilyon davasının savunmasını başarısız oldukları "Biz masumuz, namusluyuz" cephesinden, daha başarılı olacaklarını düşündükleri "Onlar daha namussuz" cephesinde bir zemine taşımak, hem de kendi cenahındaki suskunluğun önüne geçip sürekli tekrar ederek kendi kendilerini tatmin edebilecekleri bir argüman yaratmak istiyordu. Bu argümanın ne kadar etkili olacağını göremeden bir Yeşilçam senaryosuna dönen ülke gündemi onbinlerce insanın ölümüne sebep olan Gölcük Depremi ile tepetaklak olup, ülkeyi bir daha asla önceki gibi olamayacağı bir yola soktu. Böylece ama doğru ama yanlış, Uluğbay olayı; ülkesinin kötü gidişatına engel olamadığı için kendi canına kast eden onurlu bakanın hikayesi olarak, hiçbir muhalif şerh düşülmeden tarihin tozlu sayfalarında kaldırıldı.

Uluğbay hikayesi, o dönem ortaokul öğrencisi olan benim belki naifliğimden belki de olayı analiz edemeyecek seviyedeki toyluğumdan; hatırladıkça beni hüzne boğan bir hikayedir. Eğer bunun naiflik olduğunu kabul edecek olursak bu naiflik bugün uluslararası kara para trafiğinden görevi kötüye kullanmaya, zimmete para geçirmekten vatana ihanete pek çok ithama maruz kalan Türk bürokratik ve siyasi ekonomi figürlerinin haklarındaki ithamlara cevaplarını yargı önünde vereceklerine inanan kocaman kitlenin naifliğiyle karşılaştırıldığında bayağı yetişkin bir noktada kalıyor. Oysa ki öncekilerin yerine gelenler gibi gidecek olan hükümetlerin yerine gelecek olanlar içerisinde de yolsuzlukta Erbakan'lara, Mesut Yılmaz'lara, Tansu Çiller'lere; basiretsizlikte Ecevit ve Erdal İnönü'lere rahmet okutacak onlarca karakter olacağını, büyük ihtimalle kafamda mitleştirdiğim bir Hikmet Uluğbay karakterinin bu topraklara bir daha uğramayacağını görmek için ne göze ne de hafızaya gerek yok.

Not: Hikmet Uluğbay bugün hala hayatta. Yıllardır kendi blogunda sessiz sedasız yazıyor.

11 Ekim 2021 Pazartesi

Artık sus mu diyorsunuz?

Bir tarafta oyunculuk kariyeri tek bir karakterden oluşan, ancak bir video oyunu npc’siyle yarışacak seviyede oyunculuk yeteneğiyle ekranları 20 küsur senedir meşgul eden Tamer Karadağlı; diğer tarafta bu versustaki rakibi kadar bile akılda kalıcı bir karakteri canlandıramamış, orta seviye bir başarı yakalayıp mikrofonu önünde bulduğunda başkalarına rağmen dili ve edebiyatına sarılıp ülkenin en amansız ve anlamsız acı gerçeklerinden biri olan kadına şiddeti tek bir konu başlığına indirgeyerek, bahsettiği rağmenliğe dengesiz bir dayanak oluşturmaya çalışan tipik yurdum insanı Nihal Yalçın. Günlerdir gündemi kasıp kavuran bu sürtüşmeyi “Lan başka dert mi yok, millet aç aç” gibi yine konuyla alakasız sığ bir yorumla değerlendirmek istemem ama gerçekten lan başka dert mi yok, gerçekten millet aç amk aç.

Aklımda kalsın da unutmayayım diye özet geçeyim:

Nihal Yalçın “Zuhal” filmindeki performansı ile en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülür, sahneye çıkar ve ödülü kendisine vermek için orada bulunan Tamer Karadağlı’dan ödülü henüz almadan mikrofonun başına geçer ve klişe mi klişe, daha önce milyonlarca kez duyduğumuz konuşmalardan birini yapmaya başlar. Evet, heyecanlı ve mutludur fakat Altın Portakal ödülünü Nobel Barış Ödülü mü zannettiğinden bilinmez, konuşma nerede biteceği belli olmayan sonsuz bir maceraya dönüşmeye başlar. Bu arada Tamer Karadağlı da sanki o gün ödül vermek için oraya silah zoruyla getirilmiş, ocakta yemeğini yuvada çocuğunu bırakıp gelmiş gibi sabırsız jestleri, altına sıçacakmış da bin bir türlü anüs kasılmasıyla kakasını zar zor tutan Fatih Terim mimikleriyle kariyerinin en başarılı oyunculuğunu sergilemektedir. Kakasını daha fazla tutamayan Karadağlı, öyle ya da böyle kariyerinin zirvesini yaşamakta olan birinin kapıldığı rüzgara 2 küsur dakika tahammül gösteremeyip odun gibi tuttuğu ödülü Nihal Yalçın’ın gözüne sokar, eline tutuşturur ve geriye doğru çekilir. Nihal Yalçın bu arada kadınlardan bahsetmenin, İstanbul sözleşmesi dediği anda yükselen destekleyici seslerin arasında iyice gaza gelip “Kim verdi lan bu ödülü bana” diyerek ilk atışı yapar. Sesler kesilmeyip olay tam anlamıyla bir rezalete dönüşmeyince “Bağa git mi diyon” falan diyerek ateşi harlamaya devam eder. Bu arada Tamer Karadağlı “kopan alkış, sahnede kadın, benim son 15 yılda modası geçip artık antipatik hale dönüşen maço karakterim,…” yapbozunu kafasında hızlıca birleştirir ve hayatının her alanında takınmayı sevdiği Haluk rolünden beklenmeyecek kıvraklıkta bir dans figürü sergileyerek “Ama ben onun için yapmadım, yani elinizde ödülle yaparsanız bu konuşma daha etkili olur” gibi bir savunma yapıp geri çekilir. Adeta bir Müge Anlı zanlısı savunmasına benzeyen bu hareketi 0.5 saniye içinde tekrar gözden geçirip kendine yakıştırsa bile, artık Tamer karakterinden daha baskın olan Haluk karakterine yakıştıramayınca, sanki o geri vitesi yapan kendisi değilmiş gibi “teallaam” hareketlerine ve sıçış pozisyonuna geri döner. Uzun lafın kısası, hayatında ilk defa dişe dokunur olduğunu düşündüğü bir ödül alan bir oyuncunun anın coşkusuyla kontrol edemediği heyecan ile kendisininkinden yarı yarıya kısa bir kariyere kendisinin iki katı başarı sığdıran bir kadının coşkusuna 2 dakika katlanamayan başarısız bir aktörün kısa hikayesidir olan biten.

Olay burada bitse ne güzel olurdu ama yok. Konu bu olmasa da ülkemiz insanının sığ, anlamsız, basit tartışmaların tarafı olmaya bu kadar meraklı olması medeniyet yolunda vardığımız noktanın bir mucize olduğunu düşündürmüyor değil. Sıçar gibi özlü söz üreten atalarımızın arada nadiren denk gelinen faydalı hiçbir sözünü dinlemeyen toplumumuzun her bireyi sanki o sözler içerisinden sadece “Taraf olmayan bertaraf olur” sözünü çerçeveletip duvarına asmış gibi yine cephelere ayrılır ve birbirine sallamaya başlar. Bu cephelerin siperlerinde her zamanki gibi kadına şiddetin bir sözleşmeyle, bozuk düzenin birkaç istifayla, karşı tarafın zalim kralının zulmünün kendilerinin minnoş prensinin gelişiyle son bulacağını düşünen aydınlık taraf ile tüm olumsuzlukların dış mihraklar tarafından yaratıldığını, kendilerinden olmayan herkesin terörist olduğunu, vatanseverliğin ve müminliğin tanımını her gün değiştirseler bile ancak kendilerinin yapabileceğini ve bu kavramların her şey olduğunu savunan karanlık tarafın temsilcileri var. Olay buraya nasıl geliyor diye sormayın, getiren ben değilim bizzat bu olayın aktörleri.

 Hikayenin buraya kadarki kısmında birilerine kabahat bulunacaksa tabii ki Haluk karakteri bir adım önde. Devir sığ ataerkillik, boş vatan-millet, daha ünlüye hürmet devri değil artık; şu anda farklı bir hamaset dönemindeyiz. Şu anda sığ özgürlükçülük, ters cinsiyet eşitsizliği, vıcık vıcık genç nesil popülizmi revaçta. Mini etekle baş örtüsünün, Kuran ile Nutuk’un aynı ringde dövüştürülmeye çalışıldığı dönemin bir uzantısı; tek fark ringdeki objelerin göz ilişmeyen hızlı değişimi ve daha da alakasızlaşması. 20 yıldır aşama aşama gerçekleşen bu değişimi analiz edip Tamer’in kulağına fısıldamalıydın Halukçum. Ama sen ne yaptın? Bakalım:

-“Hiçbir şey söylemedim, linç yemeye başladım. Sonra ona sahip çıkmaya başladılar. Konuşma uzadığı için sıkılmış olabilirim. Kendi meslektaşlarını aşağılaması hoşuma gitmedi. Nihal Yalçın'ı sadece oyuncu kimliğiyle değerlendiriyorum. Sevdiğim bir oyuncu kendisi..
 -"Kadınların konuşması bastırılıyor” denildiğinde olayın içeriğine bakmaya başladım. Yalçın'ın sosyal medya paylaşımlarına bakmaya başladım. 'Selahattin Demirtaş'a özürlük' falan demiş..."
 -"Demirtaş, 'Öcalan'ın heykelini dikeceğiz' dedi. Hanımefendi onu mu savunuyor? Pelvin Buldan falan da ona sahip çıkıyor. Benim duruşum belli olan bir duruş; terörist örgütün tümüyle karşısındayım. PKK'nın terör örgütü olduğuna inanan bir insanım..."
 -"Şimdi gidip onlara sormak lazım; siz PKK'nın terör örgütü olduğuna inanıyor musunuz? Abdullah Öcal'ın bebek katili, terörist başı olduğunu söyleyebiliyor musunuz? Lanetliyor musunuz?"

-"Bana söylenen şey bu festivalin sanatla alakasının olmadığı, sadece politik olması. Gittiğime de pişman oldum. Kimin neyi savunduğu, hangi partiye oy verdiğinin bir önemi yok. Burada sanatta bahsedildiği için ben sorgulamadan gittim..."
 -"Hanımefendi HDP'yi ve Demirtaş'ı sahiplenen biriymiş. Hangi kadına ne düşmanlık yapmışım? Kadın düşmanlığı ne demek? Benim son oynadığım 'Savaşçı' dizisindeki rolüm mü onu rahatsız etti?"

 

Alıntı için Kaynak: Milliyet - Cadde

Gerçekten mi ya? Ciddi misin? Yani 20 yıldır, tüm bu ülkenin yaşadıklarından sonra hala bu argümanlar mı işe yarayacağını düşündüğün? Konuşma uzadığı için sıkılmış olabilir, bu yüzden ortaya bir tepki koymuş olabilirsin ama bu tepkiye karşılık vermek “meslektaşa hakaret” öyle mi? Demek Nihal Yalçın, Selahattin Demirtaş’a özgürlük demiş ha? LAN NE ALAKA AMK? Apo’ya terörist deyip dememenin kadına ödülü “Al baban arıyor” der gibi vermenle ne alakası var? Senin kadınla yaşadığın tartışmayla ödül töreninin politize olması arasında nasıl bir ilişki kurdun? Diğer ödüllerle ilgili de mi bir sıkıntın var? Yav senin son oynadığın Savaşçı dizisi midir nedir, onu kim izler? Kim 5 dakikasını ayırıp bakar da senin göz kanatan, insanı intihara sürükleyen oyunculuğundan etkilenmeden “Hmm, bu x kişilerin tepkisini çeker” diye bir yorum yapar? Sen tüm bu saçma ilişkilendirmelerinle, ad hominemlerinle “Farkında değildim ama az bile yapmışım” demek mi istiyorsun? Tüm bu yorumlarına bir bakıp politize olanın sen mi yoksa ödüller mi olduğu konusunu bir kez daha düşündün mü?

Bu arada; kırmızı köşede Tamer Karadağlı bunları yaparken tüm haklılığı ve olgunluğuyla mavi köşedeki Nihal Yalçın ne yapmış bakalım:

Tek kelimeyle bu ülkenin insanına yazık, bu ülke insanının kendine layık gördüğü kalitenin bu olması korkunç bir acziyet.

Evet, ülkenin son 20 yılına ve bugününe bakınca bir devrin sonuna geldiğimiz gün gibi ortada. Bu noktada gemiden atlayanlar olduğu kadar geminin batmaması ihtimaline daha da agresif şekilde sarılanlar da olacak. Bu karşı taraf için de geçerli, en az diğer tarafın popülizmi kadar cıvık, tutarsız ve ayakları yere basmayan bir tarz var bu cenahta da. Tüm bunların arasında var olan bitik düzenin aktörleri ellerini ovuşturuyor bu gibi akıl almaz, Gibi dizisinden bir bölümmüş gibi olayların gündemi alt üst etmesine. Bu ülke tarih boyunca bir diğerini “Aklım almıyor amına koyim, biz bu noktaya nasıl geldik İlkkan?” diyerek omuzlarından tutup sarsan bir Yılmaz’ın eksikliğini yaşadı, yaşıyor.

 Anlamak lazım ki:

  • Kadına şiddeti bitirmek için ihtiyacımız olan şey İstanbul Sözleşmesi’nden daha büyük, daha güçlü bir şey. Herhangi bir akit, sözleşme, antlaşma bu ülke insanının zihninde bir etki bırakmıyor.
  • Bazen yaptığınız küçük bir hatayı kabul etmek, bir anlık sinirle yapılmış bir hatayı dört başı mamur bir özürle düzeltmeye çalışmak; zaten haksızlık ettiğiniz bir insanı terörist olmakla suçlamaktan daha insani olmakla birlikte olumlu sonuçlar da doğurabilir; bu benim naçizane fikrim tabi yine de siz bilirsiniz.
  • Tarafını belli etmek, reytinden bir dilim kapmak, birkaç beğeni toplamak için hiçbir elle tutulur yanı olmayan tartışmalara taraf olup günlerce gündemin en tepesinde tutmak bir ülkenin ünlü kişilerini büyütmez, küçültür ya da aslında ne kadar küçük olduklarını gösterir.
  • Birinin ağdalı şoven yapımlarda oynaması milliyetçi olduğunu, vatanını sevdiğini göstermediği gibi ülkenin aktif şekilde siyasetinde var olan, hukuken herhangi bir şekilde illegalize edilemeyen bir siyasi partisinin liderini desteklemesi, katılsak da katılmasak da terör destekçisi veya vatan
    haini yapmaz.

Vatanını ve milletini çok düşünen bir Tamer Karadağlı, 20 küsur yıl önce oyunculuğu bırakırdı.