17 Aralık 2021 Cuma

Efervesan Bir Para Birimi Olarak Türk Lirası

Mesainin bittiği şu anda asgari ücret 254$. Dün öğlen saatinde açıklanan ve cebinize 1 ay sonra girecek maaşınızdan 18$ daha eridi.


Bir kez daha tarihe not düşmek, günün birinde tekrar bakıp "Lan ne saçma sapan şeyler yaşamışız" diyerek geçmişi yad etmek için buradayım. Malumunuz, yaklaşık 40 yıl önce kefenini giyerek bu yola çıktığını defalarca belirten Sayın Cumhurbaşkanımız zaman içerisinde edindiği tecrübeler ve başarıların da verdiği cesaret ile adeta makineli tüfeğinin mermi şeridini koluna dolayarak düşmanlarının üzerine ölüm kusan bir Rambo gibi savaşıyor ABD, İsrail, PKK, şer odakları, dış mihraklar, Cehape zihniyeti, doğum kontrolü, ücretsiz otoyol, kâr eden kamu iktisadi teşekkülleri, nitelikli eğitim, basın özgürlüğü, kadın hakları, sınır güvenliği, tarımda sıfır dışa bağımlılık gibi ülkemizi bölmeye ant içmiş kavramlara karşı.

Farklı farklı pek çok cephelerdeki başarılarına karşın diz çöktürmekte zorlandığı bir büyük düşman var: Faiz lobisi. Ekonomi tarihine yön veren şahsiyetlerden Adam Smith'in en temel savı olan, tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde tarih boyunca isabeti gözlemlenen "Faiz sebep, enflasyon sonuçtur" söylemini ekonomimize uygulasa da haşmetli, heybetli, aslan yürekli Cumhurbaşkanımız'ın canhıraş çabalarını inatla baltalayan Merkez Bankası'nın başına atanan her candan dost iki günde amansız bir düşmana dönüşüyor ve çabaları boşa çıkarıyor; en güvendiği insanları hatta damadını ekonominin başına getirse bile kar etmiyor, etkinliğini ancak 90'lı yıllarda gazetelerin verdiği Ranbo bıçağı seviyesine indiriyor. Damat da olsa sonuçta eloğlu, güven olmaz tabi. Neyse; tüm bunlar ışığında iki cihan serveri, kainatın efendisi Sayın Cumhurbaşkanımız'ın faiz lobisine karşı verdiği savaşta ilk büyük zaferi olan asgari ücret zammına değinmek istiyorum.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan, milyonlara tırnak yedirip volta attıran bir gerilimden sonra asgari ücreti 4250TL olarak ilan ettiğinde USD olarak 272,96$ ediyordu (16 Aralık 2021 - 15:35, 1$=15,5719TL). Akşam yastığa başınızı koyup "Ya biz bu maaşlarla nasıl geçineceğiz" diye düşünmeye başladığınızda ise 2$'ınız, yani 31,75TL'niz, başka bir deyişle maaşınızın %0,75'i, daha net bir örnekle 12,5 ekmek avuçlarınızdan kayıp gitmişti, tabii hala 2,5TL'ye ekmek bulabiliyorsanız (17 Aralık 2021 - 00:00, 1$= 15,6875TL). Aradan geçen 12 saatte ise kaybınız 13,89$, yani 227,9TL, yani maaşınızın %5'inden fazlası, tam 91 ekmek. Tabii ki bu absürt, anlamsız bir karşılaştırma; sonuçta maaşınızı dolarla almıyorsunuz fakat eğer dün saat tam 15:35'te 4250TL'niz ile dolar alıp bugün saat 12:20'de bozdursaydınız elinizde 4480TL, yani 230TL fazladan para olacaktı. İşte 24 saatten kısa sürede bu kadar fakirleştiniz, işte bir gün bile dolmadan Türk parası bu kadar değersizleşti. Ve eğer paranızın suya atılan bir efervesan tablet gibi eriyip gitmesine razı olamadıysanız, çoluğunuzun çocuğunuzun boğazından birkaç lokma daha fazla geçmesini istediyseniz, 91 tane ekmek alabilecek parayı sokağa atmaya yüreğiniz el vermediyse; Sayın Cumhurbaşkanımız'ın partisi AKP'nin Sayın Başkanvekili, Sayın Numan Kurtulmuş'un son derece isabetli tespitinde belirttiği gibi siz, ahlaksız birisiniz.

Asgari ücrete gelen bu tarihte görülmemiş zam Sayın Bahçeli'nin yüreğine su serpse de maalesef bazı acı gerçeklerden bahsetmek gerekiyor; sanki acı olmayan bir gerçeğimiz varmış gibi. Dün 272,96$'a karşılık gelen 4250TL olarak açıklanan asgari ücret bundan tam 1 ay önce de 272,96$ ediyordu fakat arada bir fark var; asgari ücret o zaman 2850TL'ydi (17 Kasım 2021 - 00:00, 1$=10,34TL). Yani ülke tarihimizde görülmemiş oranda yapılan bu zam bizi ancak 1 ay önceki refahımıza yeniden kavuşturabildi. Başka bir şekilde anlatacak olursam; tam da bir ahlaksız gibi 17 Kasım'da elinize geçen maaşın tamamıyla dolar alıp dün bozdurmuş olsaydınız zaten bu muhteşem zammı kendi kendinize yapmış olacaktınız. Kısacası siz siz olun, dolar alıp satarak kar elde etmekte Sayın Devlet Bahçeli gibi olun.(kaynak)

Sonuç olarak, görülmemiş maaş zamlarının 1 ayı ancak kurtarabildiği bu dönemi 1994 ve 2002 krizleriyle karşılaştırdığımızda ne kadar boş bir işle uğraştığımızı anlıyoruz; çünkü şu anda Cumhuriyet tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıyayız ve "Eski Türkiye"nin aksine bu kriz beceriksizlik ve işbilmezlik ile değil; sebebini hepimizin bildiği ama dile getiremediği bir kötülük ile ortaya çıktı ve devam ediyor. Ocak 2021'de 386$ eden asgari ücretin Ocak 2022'de %50 zamla 272$'a yükselmesi, tesadüfen veya kazara elde edilmiş bir sonuç olamaz çünkü.

Mesainin bittiği şu anda asgari ücret 254$. Dün öğlen saatinde açıklanan ve cebinize 1 ay sonra girecek maaşınızdan 18$ daha eridi. (17 Aralık 2021 - 17:00, 1$=16,72TL) Tüm bunlarla birlikte Borsa İstanbul küçük yatırımcı için oldu Forsa İstanbul; aynı günde 2 kez devre kesti, dibin dibini gördü, manipülasyonla spekülasyonla itin köpeğin elinde oyuncak olan borsamızın amiral gemileri tam da cuma günü cızlamı çekti. Zenginler daha zengin oldu, küçük yatırımcının hayalleri kodamanların cebine doldu. Bu vesileyle önümüzdeki salı günkü dolar kuru da daha şimdiden tırnak yedirtmeye başladı; belli ki dolar 20'li yaşlarını hızlı yaşayacak.

Buraya kadar okuyanların cebindeki paranın durup dururken yok olmadığı günler dilerim.

10 Aralık 2021 Cuma

Takımlarımızın Avrupa Karnesi

Haydi Türk takımlarının son 10 yıldaki performanslarına üstünkörü bir bakış atalım. 


Neden mi? 

Çünkü paşa gönlüm öyle istiyor.

UEFA'nın sitesine girip kulüp puanlarına baktığımızda standart veri 5 yıllık olarak sunuluyor, ona da bakacağız ama önce bu yılın puanlarından başlayalım:


2021/2022

Bu yıl UEFA organizasyonlarında en çok puan toplayan takımlara baktığımızda ilk üç sırada 21 bin puanlı üç takım var: Bayern Münih, Liverpool ve Ajax. Yani üçü de birinci. Galatasaray şu ana dek topladığı 10 bin puanla 20. sırada; farklı bir şekilde söyleyecek olursak, kendisi gibi 10 bin puan toplayan AS Monaco, Eintracht Frankfurt, Bayer 04 Lev
erkusen, AZ Alkmaar, F.C. Copenhagen, Feyenoord, Borussia Dortmund, West Ham United FC ve FC Basel 1893 ile birlikte 19. sırayı paylaşıyor. Dilediğiniz gibi değerlendirin; Galatasaray Avrupa'da 19. da diyebilirsiniz, 28. de diyebilirsiniz.

Galatasaray'ın ardından gelen Türk takımı Fenerbahçe. 5000 puan toplayarak kendisiyle aynı puanı toplayan FC Dynamo Kyiv, Anorthosis Famagusta FC, FK Jablonec, Malmö FF, Tottenham Hotspur, AC Sparta Praha, FC Zorya Luhansk ve 1. FC Union Berlin ile birlikte 68. sırayı paylaşıyor (yine siz bilirsiniz, 76 da olabilir).


Sıradaki takım Beşiktaş. UEFA sıralamasında 4000 puanıyla KRC Genk, SK Rapid Wien, HJK Helsinki, Omonoia FC, Legia Warszawa, Royal Antwerp FC ve FC Flora Tallinn ile birlikte 77. ve 84. sıra arasında bir yerde.

Bu sezon ön elemelerde elenen Trabzonspor ve Sivasspor, kendileriyle birlikte bir sürü takımla beraber 2500 puanla 87. ve 108. sıralar arasında bir yerdeler.

Fenerbahçe grupta 6 maç yapmış, puanlar da almış ama verdikleri puan maç kazanamayan Beşiktaş'ınkinden 1000 fazla sadece. Eğer Fenerbahçe'yi aynı puandaki takımların en altında, Beşiktaş'ı da aynı puandaki takımların en üstünde gibi düşünürseniz 76. ve 77. sırada alt alta yer almış oluyorlar. Saçmalık.

Beşiktaş'ın kazandığı 4000 puan, Şampiyonlar Ligi gruplarına direkt katılım sağladığı için mi verilmiş, yoksa 3 kupadan birine direkt katılan her takıma mı 4000 puan veriliyor, onu anlamadım.

UEFA Avrupa Ligi ve Konferans Ligi elemelerine katılıma 2500 puan verilmiş. Galatasaray, Şampiyonlar Ligi ön elemesi oynadığı için 2500 puan aldı mı? Fenerbahçe grup katılımı için kaç puan aldı? Bunları bu sayfada göremiyorum.

Fenerbahçe ve Galatasaray'ın ön elemelerde kazandığı ve kaybettiği maçlar puanlama dışı bırakılmış. Yaptıkları maç sayısı 6 olarak görünüyor.

Puanlamada belirtilen ülke federasyonu katsayısı (Türkiye için 1140), kulüplerin yukarıda bahsettiğim puanlarının içinde mi yoksa ayrıca mı ekleniyor, bilemiyorum.


2017/2022

Son 5 yıllık süreçte, an itibariyle ilk üç sıra Bayern Münih (133 bin), Manchester City FC (124 bin) ve Liverpool (122 bin) şeklinde.

Bu süreçte en çok puan toplayan Türk takımı Beşiktaş (33 bin), 47. sırada yer alıyor.
    17/18: 19 bin - 18/19: 5 bin - 19/20: 3 bin - 20/21: 2 bin - 21/22: 4 bin


Beşiktaş'ın ardından gelen Galatasaray (27 bin), 54. sırada yer alıyor.
    17/18: 500 - 18/19: 8 bin - 19/20: 6 bin - 20/21: 2500 - 21/22: 10 bin


Bir sonraki Türk takımı olan İstanbul Başakşehir FK (25 bin), 61. sırada yer alıyor.
    17/18: 6 bin - 18/19: 2 bin - 19/20: 11 bin - 20/21: 6 bin - 21/22: 0


Fenerbahçe (14,500), 99. sırada yer alıyor.
    17/18: 1500 - 18/19: 8 bin - 19/20: 0 - 20/21: 0 - 21/22: 5 bin


Sivasspor (6500), 178. sırada yer alıyor.
    17/18: 0 - 18/19: 0 - 19/20: 0 - 20/21: 4 bin - 21/22: 2500


Trabzonspor (5500), 213. sırada yer alıyor.
    17/18: 0 - 18/19: 0 - 19/20: 3 bin - 20/21: 0 - 21/22: 2500

Listede, 1'er sezonluk performanslarıyla Alanyaspor, Yeni Malatya, Akhisar Belediyespor ve Konyaspor'a da rastlıyoruz.

17/18 sezonunda Beşiktaş hayvan gibi puan toplamış. Bu sezonda Avrupa'da en çok puan kazanan 17. takım olmuş.

18/19 sezonunda en çok puanı Galatasaray ve Fenerbahçe kazandırmış. Avrupa'nın en çok puan kazanan 41. takımı olmuşlar Olympiacos FC ve FC BATE Borisov ile birlikte.

19/20 sezonunun ülke açısından yıldızı Başakşehir olmuş. Avrupa'da 29. olmuşlar.

20/21 sezonu rezalet geçmiş. Yine en çok puan Başakşehir'den gelmiş. Avrupa'da 53. sırada yer almışlar.


2011/2021

Bu 10 yıllık süreçte sıralama şu şekilde:

1: Real Madrid (372 bin)

2: Bayern Münih (324 bin)

3: Barcelona (301 bin)

...

37: Beşiktaş (77 bin)

44: Galatasaray (70 bin)

57: Fenerbahçe (53,500)

103: Trabzonspor (32,500)

123: İstanbul Başakşehir FK (27,500)

Beşiktaş, 2016/2017 sezonunda 20 bin (UEFA Kupası çeyrek final) ve 2017/2018 sezonunda 19 bin puan (Şampiyonlar Ligi son 16) toplayarak muazzam bir ülke puanı katkısı yapmış. Bu süreçte sadece 1 kez Avrupa kupalarına katılamamış. 2013/2014 sezonunda ise puan katkısı 0 olarak gözüküyor (kupadan men). Galatasaray (Şampiyonlar Ligi çeyrek final) ve Fenerbahçe'nin (UEFA Kupası yarı final) 2012/2013 sezonunda topladığı 22 biner puan son 10 yılın rekoru. Bu süreçte Galatasaray, Avrupa kupalarına 2 kez katılamamış ve bir kez de ancak 500 puanlık katkı sağlayabilmiş. Fenerbahçe ise aynı dönemde 4 kez Avrupa kupalarına katılamamış ve bir kez de 0 katkı yapmış (kupadan men).


Sonuç:

  • İstatistiklere göre son 10 yılın Avrupa fatihi, burun farkıyla (%10) Beşiktaş olmuş.
  • "Ülke puanımızı rezil etti, Avrupa'da bilmem kaç maç kazanamadı" denilen Galatasaray, hem on yıllık hem de 5 yıllık istatistikte Beşiktaş'ın ardından ülkeye en çok puan kazandıran takım olmuş.
  • 2011-2021 arasında "ülke puanına katkı sağladığı sezon başına en çok puan getiren kulüp" Fenerbahçe olmuş (bkz: Fenerbahçe kırmak üzereyken tanımlanan rekorlar). 10 sezonun 5 tanesinde puan getirebilen Fenerbahçe, toplamda 53,500 puanlık katkı yaparak 10,700 puanlık bir ortalama tutturmuş.

    1. Fenerbahçe: 10,700
    2. Beşiktaş: 9,625
    3. Galatasaray: 8,750
    4. Trabzonspor: 5,416
    5. İstanbul Başakşehir FK: 4,583


  • UEFA'nın 2020/2021 sezonu başında hazırladığı istatistiğe göre Şampiyonlar Ligi ve Şampiyon Kulüpler Kupası tarihinin en başarılı kulüpleri Real Madrid (623 puan), Bayern Münih (511 puan) ve Barcelona (465 puan). En başarılı Türk kulübü ise topladığı 157 puanla 25. sırada bulunan Galatasaray. Fenerbahçe 84 puanla 50., Beşiktaş 73 puanla 60., Trabzonspor 27 puanla 118. ve Başakşehir 6 puanla 279. sırada yer alıyor. En çok forma giyen Türk futbolcu 74 maç ile Bülent Korkmaz, en golcü oyuncu ise 22 gol ile Hakan Şükür.

O kadar emek verdim. Umarım biriniz görürsünüz amk. 

Hayırlı işler.





25 Kasım 2021 Perşembe

Şahlanan Bir Ekonomi Hakkında Bilinmesi Gerekenler

Ekonomimiz şahlandıkça aklıma önceki şahlanış dönemi geliyor istemsiz bir şekilde. Babaannemin koluna girip Ziraat Bankası'na gidişimiz, elimizde banka cüzdanı ve nüfus kâğıdıyla akşama kadar sıra bekledikten sonra veznedeki memurun 3 aylık maaş ile birlikte bana bir Başak Çocuk dergisi uzatması, dönüşte önce kuruyemişçiye gidip yarım kilo antep fıstığı, sonra da döviz bürosuna uğrayıp kalan tüm parayla Dolar veya Mark almamız. Babaannemin eve geldikten sonra bana antep fıstıklarının kapalı olanlarını ayırttırıp açık olanları tek tek saydırdıktan sonra ev ahalisine eşit sayıda paylaştırtması. Market alışverişi yapacağımız zaman bir miktar Dolar bozdurmamız, eğer çok para artarsa tekrar gidip Dolar almamız falan... Ekonomimizin şahlandığı bu günlerle karşılaştırınca düşünüyorum da o zaman ekonomiyi yerden yere vuruyorduk, meğer o zaman da bildiğin şahlanıyormuşuz yav. Tabii ki bugünlerdeki kadar kusursuz bir şahlanış yoktu; o zaman marketten 2 kilo şeker 10 litre yağ almamız yasak değildi.

Günün 10 saatini Yasin okuyarak geçiren hacı babaanneme Antep fıstıksal marksizmi keşfettiren düzen, vergi iadesi zarfını annemin mi yoksa babamın mı dolduracağını
belirleyen Doğu Perinçek - Ertuğrul Kürkçü - Bülent Uluer kavgasını aratmayacak tartışmaların fonunda sosyal devlet rüzgârlarını evimizde estiriyordu. Vergi iadesi zarfı doldurarak elde ettiğimiz gelirin en az iki katını göz doktoru masrafı olarak ödesek de bu aslında insanların ekonominin kayıt dışılığının önüne geçen minik ama önemli bir unsurdu, farkındaydık. Her kuruş önemliydi o zamanlar; yıllık enflasyon ortalama %70 olsa da.

Geyiği bir yana bırakacak olursak, "Telefonunu çıkar" dayılarından daha fazla hatırlıyoruz 20 yıl öncesini. Sankisiz, acabasız şekilde ülke tarihinin en kötü ekonomik dönemini yaşıyoruz. Bu kez derdimiz yapısal reformların bilinmeyişi, tecrübesizlik, beceriksizlik de değil; bildiğin kötü yönetim: Bilerek ve isteyerek. Peki, niçin bu kadar kaybediyoruz? Ekonomik krizin acısını niçin eski Türkiye’dekinden daha ağır hissediyoruz? Niçin insanlar canına kıyıyor, niçin yarın bizi ne kadar daha kötü bir gidişatın beklediğini kestiremiyoruz, niçin alışveriş listemize bile karışılıyor? 

Tabii ki bu yazıyı bu konu üzerine yazacak kadar cüretkâr bir ekonomi uzmanı değilim. Her
şeyin de ahkâmını kesemem yani, o iş de bir yere kadar. Burada dokunmak istediğim nokta şu; maalesef bu dünyaya gelen herkes eğer bir kralın, bir holding sahibinin veya bir Türk siyasetçinin çocuğu değilse ekonomik döngünün içerisinde yer almak, ekonomik anlamda artı değer üretmek zorunda. İnsanların mecburiyetleri ve sorumlulukları ile ilgili kafaları çok karışık fakat aslında durum çok net: Nasıl ki bizi yönetenleri seçmek için siyaset hakkında kendimize ait bilgi edinme zorunluluğumuz varsa, nasıl ki öbür dünyada deniz manzaralı huri dolu bir villamız olması isteğimiz bu uğurda yapılacaklardan tamamen bizi sorumlu tutuyorsa; malımızı veya hizmetimizi ancak parayla değiş tokuş edebildiğimiz bu düzende de ekonomi hakkında birinci elden bilgi sahibi olmak zorundayız. Sonuçta her siyasetçi "Beni siz seçtiniz", her hoca "Allah oku demiş, kendin okusaydın mübarek" diyeceği gibi, fikrini aldığınız her ekonomi uzmanı da "Yatırım tavsiyesi değildi" diyecek gün bittiğinde. 30 küsur yıllık hayatımda ekonomi hakkında öğrendiğim doğruları paylaşamam çünkü çok fazla yok bu doğrulardan fakat yanlışlara dikkat çekebilirim diye düşündüm. Mümkün olduğunca ilkokul seviyesine inerek bu yanlışlara bir bakalım:

Dolar yükseliyor

Ben kendimi bildim bileli döviz yükseliyor. 90'ların herhangi bir gününün herhangi bir gazetesinin ekonomi sayfasını açsanız bu haber başlığını görürsünüz. İşin gerçeği ise, aslında Dolar hiç yükselmedi; en azından bizim için. Türk Lirasının değeri düşüyor. Eğer öyle olmasaydı sadece Dolar yükselir, Türk Lirası diğer para birimlerinin önemli kısmına karşı değer kazanırdı.

Ülkemizde tükettiğimiz pek çok şeyi yurt dışından alıyor, yani ithal ediyoruz. Eğer anlamsız bir şekilde sürekli alıp sattığımız otomobilden örnek verecek olursak, Almanya'dan
otomobil ithal ediyoruz ve bunun karşılığında para ödememiz gerekiyor. Almana Türk Lirası uzattığınızda elinizdeki paraya bakıyor ve "Bu ne amk?" diyor. "Türk Lirasını n'apiyim amk Türk müyüm ben? Bana Euro ver Dolar ver." diyor. Mecburen elinizdeki Türk Lirasını dövize çevirip adamın parasını döviz olarak ödüyorsunuz. Böylece ülkedeki dövizi Alman'a verip arabayı iç piyasaya Türk Lirası ile sattığınız için piyasadaki döviz azalıyor. E biz sadece araba ithal etmiyoruz; bunun cep telefonu var, petrolü var, enerjisi var. Bunların her birini dövizle aldığımız için sürekli ülkeden döviz çıkıyor ve piyasadaki TL miktarı fazlalaşıyor. Döviz azaldıkça değeri artıyor çünkü sürekli bir şeyler ithal ettiğimiz için bugün olmasa yarın, yarın olmasa bir sonraki gün yine dövize ihtiyacımız var. Buna karşılık piyasada TL miktarı arttıkça artık TL'ye ulaşmak kolaylaşıyor ve değeri düşüyor. Bunun önüne geçmek için ise ya ithalatı azaltmamız ya da ülkemizde ürettiğimiz ve üretim sürecindeki maliyetlerinin çoğunluğunun TL cinsinden olduğu ürünleri yurtdışına satıp karşılığında döviz almamız, yani ihracat yapmamız gerekiyor. Maalesef ki yabancı ülkelerden aldıklarımız yabancı ülkelere sattıklarımızdan çok daha fazla, temel tüketim ürünlerimizin bile çoğu yabancı kaynaklı. Cari açıktan, ithalata dayalı üretimden, dış ve iç borçlanmadan falan bahsetmeden olayın özeti bu.

Faizle para kazanıyorum

"X bankası yıllık %15 faiz veriyor. Ben de paramı X bankasında faize koyuyorum ve 100binTL ile yılda 15binTL kazanıyorum."

NAH kazanıyorsun. Ülkede yıllık enflasyon %19. Yani yersen; aslında çok basit hesaplarla %35'in üzerinde olduğunu görebiliyoruz ama hadi %19 diyelim. Enflasyonun yıllık %19 olması demek, bu yıl 100bin lira olan bir ürünün gelecek yıl aynı dönemde 119binTL olması demek. Fakat enflasyonu %19 olup bankası %15 faiz veren ülkede 1 yıl sonra senin 115binTL paran oluyor ve bir yıl önce elindeki parayla alabildiğin ürünü 1 yıl sonra alamıyorsun. Peki, gerçekte ne oluyor? Bankaya koyup %15 faiz getirisi beklediğin 100binTL bir yıl sonra 115binTL oluyor fakat ne hikmetse enflasyonun %19 açıklandığı ülkede o ürünün fiyatı 140binTL olmuş. Çünkü ülkemizde enflasyon sadece pinpon topu veya dikiş iğnesi alıyorsanız %19. Eğer kimsenin almadığı araba, elektrik, doğalgaz veya benzin gibi gereksiz şeylere meraklıysanız evet, o zaman enflasyon biraz daha yüksek olabiliyor.

Maaşını dolarla mı alıyorsun?

Bu sorunun kısa cevabı "Hayır". Uzun cevabı ise "Tabii ki hayır". Problem de tam olarak bu zaten. Ekmeğin unundan etini yediğimiz koyunun yemine kadar ithal ediyoruz; bu durum bizi "Dolar yükseliyor" başlığına götürüyor. Tüm bunları dövizle aldığımız için piyasada döviz azalıp döviz almak isteyen kişi sayısı değişmediğinden ya da arttığından değeri yükseliyor, Türk Lirası artıp değeri düşüyor.

Daha uzunca anlatmak gerekirse eti elde etmek için hayvana verilen yem, yapılan aşı, hayvanı kestikten sonra nakliyesinin yapıldığı kamyon ve kamyona koyulan benzin ithal. Satıcı bunu 100TL maliyetle üretip 110TL'ye satıyor diyelim. Senin işten çıkıp eve gitmeden önce uğradığın markette de tüm aradaki nakliye, ambalaj falan fıstık masraflarıyla birlikte 150TL olsun raftaki fiyat. Olmayacak bir iş oldu ve 6 ayda dolar %100 artıp fiyatı ikiye katlandı diyelim. Olmayacak iş! Olsun, fikir yürütüyoruz. Üreticinin 100TL'lik maliyeti oldu 200TL. %10 karını koydu, sattı 220TL'ye. Sen işten çıktın ve eve gitmeden önce markete uğradın, bir baktın raftaki fiyat olmuş 300TL. Sonra cebindeki paraya baktın; son 6 ayda etin fiyatı 2'ye katlanmış ama maaşın aynı. Çünkü maaşını dolarla almıyorsun. Tam da bu yüzden et almaktan vazgeçip 2 kilo şeker ve 4 kilo çay alıp kasaya gidiyorsun, parayı uzatıyorsun ama sana satmıyorlar. Çünkü o kadar şekeri ve çayı bir seferde alman yasak. Çay ve şekerden birer paket alıp eve gidiyorsun. Protein almanın yollarını düşünürken tırnaklarını yemenin bir seçenek olduğunu fark ediyorsun. Her şerde bir hayır var, değil mi?

Avrupa'da her şey pahalı / 1€=1 birim gibi düşün

Değil. Değil çünkü bir şeyin fiyatının yüksek olması ile pahalı olması aynı şey değil. Avrupa'da pek çok şeyin fiyatı Türkiye'dekine oranla yüksek fakat alım gücü de Türkiye'dekinden yüksek. Örnek verecek olursak şu anda Migros'ta kuşbaşı etin kilosu 62TL. Şu anki kurla (€=13,44TL4,61€. Hiç link falan paylaşmıyorum çünkü yarın bu fiyat bugünkünden farklı olacak. Müthiş bir araştırmacılık örneği ile Google'a "Almanya’da etin kilosu" yazıp aratınca karşıma çıkan ilk sonuca göre kuşbaşı etin kilosu 7,99€.

Bir diğer sık yapılan yanlış olan 1€ = 1TL gibi düşün formülünü uygularsak Almanya'da et neredeyse 8 kat daha ucuz çıkıyor. Doğruya en yakın karşılaştırmayı yapabilmek için işin içine asgari ücreti sokalım; aslında bu da yetersiz ama en azından gerçekçi. Türkiye'de günlük asgari ücret bu kaynağa göre 7,60$ yani 6,77€. Almanya'da ise günlük asgari ücret saati 9,50€'dan 76€. Kısaca asgari ücretle 1 gün çalışan bir Alman 9 kilodan fazla kuşbaşı et alabiliyorTürkiye'de asgari ücretle çalışan bir Türk ise 9 kilo kuşbaşı et almak için 6 günden fazla çalışmak zorunda. Öncesinde de söylediğim gibi bu veri yine yetersiz ama tabii ki daha yeterli bir veri Türk lirası açısından daha acı bir sonuç ortaya koyacak; çünkü 2018 verilerine göre Almanya'da asgari ücretle çalışan kişilerin tüm çalışan nüfusa oranı %6,6; Türkiye'de bu oran o dönemde %34 (kaynak).

Faizleri düşürdüler, o zaman gidip kredi çekelim

Arkadaşlar size kötü bir haberim var; düşen faiz o faiz değil. Kredi faizleri artıyor. Düşen faiz mevduat faizi.

Temmuz ayında %17 olan Ziraat Bankası yıllık mevduat faizi şu anda %13 civarında. Bugün 100 pinpon topu alacak parayı faize yatırdık ve 1 yıl sonunda 113 pinpon topu alacak paramız oldu. Diye düşünüyoruz. Öyle olmasını umuyoruz. Fakat geçtiğimiz ay yıllık enflasyon pinpon topunun kırtasiyedeki fiyatı için %19,89 fabrikadaki fiyatı için %46,31 olarak açıklandı. Yani bir yıl önce 100 pinpon topu aldığımız paraya şu anda 80,11 pinpon topu alabiliyoruz. Bu rakamlar önümüzdeki yıl da böyle gerçekleşirse bugün 100 pinpon topu aldığımız paraya 1 yıl sonra ancak 80,11 pinpon topu alabileceğiz. Çok aşırı kaba ve yanlış bir hesapla paramızı faize yatırdığımızda gelecek yıl kaybımız 13 pinpon topu eksik olacak ve bir yıl önce 100 pinpon topu aldığımız paraya şu anda 93,11 pinpon topu alabileceğiz. Ama faizler düşürülmeseydi ve temmuz ayındaki gibi %17 olarak kalsaydı 97,11 pinpon topu alabiliyor olacaktık.

Kredi faizleri ise artışta. Temmuz ayında %1,55 olan Ziraat Bankası tüketici kredisi oranı şu anda %1,63. Yani temmuz ayında 12 ay vadeli 100binTL tüketici kredisi alsaydık toplamda 112bin500TL geri ödeyecektik fakat şimdi bu krediyi alsak bir yıl sonunda 113bin165TL ödemiş olacağız. Kaba bir şekilde özetleyecek olursak, para kazanmamızı sağlayan faiz oranları düşerken para kaybetmemize neden olanlar yükseliyor. Hesabı bu linkten siz de yapabilirsiniz.

Telefonunu çıkar

Telefon çıkarttıran dayılardan hepimiz bıktık, dayılar bunu inatla bir kanıt olarak kullanıyor. Ancak bunun "AK Partiden önce buzdolabı yoktu" gibi bilimkurgu iddialardan veya "Yol yabdılar" tarzı savunmalardan çok da bir farkı yok çünkü bakın sadece cep telefonu değil, akıllı telefon artık bir ihtiyaç. Hem de yıllardır. Bugün evlerimizde ev telefonu yok, çok basitçe nedenini anlatmak gerekirse ev telefonlarıyla tapu işlemlerimiz için gerekli anlık bilgileri alamıyoruz, e-devlet'e giremiyoruz ve hatta şu pandemi döneminde her yere girerken mecburi olan "Hayat Eve Sığar" uygulamasını kullanamıyoruz. Devletin devlet dairelerinin yükünü azaltmak için vatandaşını kullanmaya mecbur bıraktığı bir ürünü lüks sınıfına sokup bu argümanla tartışmalarda bir adım öne çıkmaya çalışan dayılar için tabii ki her işlerini yaptıracak bir torun, evlat veya bir beyaz masa görevlisi var. Bu sebeple bu durumu onlara anlatamazsınız ama rahat olun; cep telefonunuz lüks değil.

Faiz sebep enflasyon sonuçtur

Bakın bu cümleyi kuran koca koca adamlar var ya, işte o adamların akademisyen olanları  size sınav yapsa ve sınavda bu cümleyi yazsanız tekme tokat okuldan atarlar sizi. Faizin enflasyonu yükseltmesi, canı sıkılıp "Ben bugün faizleri yükseltmek istiyorum çünkü neden olmasın amk" diyen bir Merkez Bankası başkanının olduğu paralel bir evren için mümkün olabilir ancak. Yani tam olarak anlatabilmek eğitici bir özellik istediğinden burada tıkanıyorum ama faizin enflasyonu yükselttiğini iddia etmek, hava soğuduğu için kaloriferi yakmak yerine kaloriferi yaktığımız için havanın soğuduğunu iddia etmek gibi bir şey. En iyisi şu ve benzeri kaynaklardan okumak bu konuyu.

Velhasıl, Amerika'yı yeniden keşfetmediğim ve böyle de bir niyetimin olmadığı bu yazının sonunda anlatmak istediğim şeyi özetlemem gerekirse; ekonomi hakkında fikir sahibi olmak zorundayız ve evet bu o kadar kolay bir konu değil ama varoluşsal sorgulamalara sürüklenmemize neden olacak kadar imkânsız da değil. Ekonomi hakkındaki bilgimizi asgari düzeye yükseltmediğimiz sürece ise ülkemizdeki gibi en saf yorumlamayla beceriksiz yönetimlere söyleyecek bir sözümüz olmaz. Okuduğunuz için teşekkür eder, paranızın her dakika erimediği bir gün dilerim.


20 Ekim 2021 Çarşamba

Türk Ekonomi Figürleri ve Hikmet Uluğbay

Merkez bankası başkanlarının imzaları banknotların üzerinde olur, malum. Bugün yaşı 25-30'un üzerindekilere sorsanız hepsi en afili imzanın Süreyya Serdengeçti'ye ait olduğu konusunda hemfikir olacaklardır. Bu bilgi de o neslin ekonomi figürleri hakkındaki tek bilgisidir büyük ihtimalle. 80 sonrası toplumsal hafıza anlamında korkunç bir alzheimer salgını (evet, bizim toplumumuzda bu hastalık bulaşıcı) yaşayan Türkiye'de merkez bankası başkanları ve ekonomi bakanlarının isimlerinin bilinmesi, göreve gelmeleri ya da görevden alınmalarının gündem olması falan böyle şeyler çok yeni. Aslında kısa süreli hafızamızın bittiği fakat ne hikmetse 20 yıldan öncesinin cam gibi hatırlandığı şu günlerde, koltuklarında ancak bir çay içecek kadar kalabilen merkez bankası başkanları ve maliye bakanlarının isimlerini hatırlıyor olabilmemiz mucizevi bir şekilde hafızalarımızın düzeldiğini de gösteriyor olabilir. Sanırım gelir düzeyi düştükçe değişen yeme rejimimiz B vitamini açısından zengin bir hale geldi.

Fırtınalar koptuğunu, bizi bir oraya bir buraya savurduğunu düşündüğümüz 90'lar gündeminin şu son 10-12 yıl ile kıyaslandığında deniz meltemi gibi kaldığının ne kadarımız farkındayız bilemiyorum ama 90'ları ne ile eleştirdiysek daha fazlasını yaşıyoruz bir düzine yıldır. Yolsuzluklar, ortaya çıkan skandallar, terör, irticai faaliyetler, siyasi cinayetler derken ancak bir sorgu odası ferahlığında geçen o yılların ardından geldiğimiz noktada tüm o yaşadıklarımızın katlarca fazlasını yaşayıp bir de bunları normalleştirdiğimizi görmek, toplumsal alzheimerımızı bir nebze hafif geçiren minnacık bir azınlığın uykusunu kaçırıyor sadece.

Enflasyon
un yıllık ortalamasının %70 olduğu 90'lı yıllar Ergun Göknel ve İSKİ skandalı, Civangate, Mesut Yılmaz ve Türkbank yolsuzluğu, Tansu Çiller'in örtülü ödenek ve Selçuk Parsadan hikayesi, Necmettin Erbakan ve meşhur Kayıp Trilyon gibi ses getiren olaylarla geçti. O zamanlar bu tür olaylar kolaylıkla örtbas edilemiyor, şimdilerde alıştığımız şekliyle suç ortağını satmak amacıyla değil; kim bilir belki koalisyonlar ülkesi olduğumuzdan belki de gazetecilik bugünkinin aksine kulağına fısıldananı kağıda dökmek dışında anlamlar taşıyan bir meslek olduğundan bu olaylar kamuoyunda tepki görüyor, ama yeterli ama yetersiz hukuki süreçlere yönleniyordu. 90'ların sonuna doğru daha da derinleşen ekonomik kriz ise tüm bu yolsuzlukların yanında yapısal bazı eksikliklerin de ürünüydü elbette. Krizlerin nedeni genç ülkenin tarihinde pek çok kez değişti ama ortalama Türk politikacısının kişisel ve mesleki ahlakının mide bulandıran düşüklükteki seviyesi hiç değişmedi.

20 yıldan öncesi söz konusu olduğunda bir anda kuvvetlenen hafızanın her şeye rağmen zayıf kaldığı bazı olaylar var tabi. Bu anlamda ara sıra aklımda bir fotoğraf karesi, bir cümle olarak patlayan flashbacklerden biridir Hikmet Uluğbay. "Canına kıyan ekonomi bakanı" olarak aklımda kalan bu karakter Türkiye'nin gündemine oturmuş, kendi seçtiği siyasilerin onursuzluğundan yılan bir topluma yine kendi seçtiği insanların içerisinde iyi birileri olabileceğine dair polyannacı bir umut da vermişti. İntihar olayına giden sürecin Mesut Yılmaz'ın yanlış bir demeciyle başladığını Mesut Yılmaz'ın da kabul etmesine rağmen, o zaman sınırları bu kadar belirsiz olmayan yandaş medya bileşenlerinin Siyasal İslam tarafında olanları çizgilerinden ödün vermeyerek, Uluğbay'ın aile içerisindeki çarpık bazı ilişkilerin sonucunda oğlu tarafından vurulduğu söylentisini yayarak hem Kayıp Trilyon davasının savunmasını başarısız oldukları "Biz masumuz, namusluyuz" cephesinden, daha başarılı olacaklarını düşündükleri "Onlar daha namussuz" cephesinde bir zemine taşımak, hem de kendi cenahındaki suskunluğun önüne geçip sürekli tekrar ederek kendi kendilerini tatmin edebilecekleri bir argüman yaratmak istiyordu. Bu argümanın ne kadar etkili olacağını göremeden bir Yeşilçam senaryosuna dönen ülke gündemi onbinlerce insanın ölümüne sebep olan Gölcük Depremi ile tepetaklak olup, ülkeyi bir daha asla önceki gibi olamayacağı bir yola soktu. Böylece ama doğru ama yanlış, Uluğbay olayı; ülkesinin kötü gidişatına engel olamadığı için kendi canına kast eden onurlu bakanın hikayesi olarak, hiçbir muhalif şerh düşülmeden tarihin tozlu sayfalarında kaldırıldı.

Uluğbay hikayesi, o dönem ortaokul öğrencisi olan benim belki naifliğimden belki de olayı analiz edemeyecek seviyedeki toyluğumdan; hatırladıkça beni hüzne boğan bir hikayedir. Eğer bunun naiflik olduğunu kabul edecek olursak bu naiflik bugün uluslararası kara para trafiğinden görevi kötüye kullanmaya, zimmete para geçirmekten vatana ihanete pek çok ithama maruz kalan Türk bürokratik ve siyasi ekonomi figürlerinin haklarındaki ithamlara cevaplarını yargı önünde vereceklerine inanan kocaman kitlenin naifliğiyle karşılaştırıldığında bayağı yetişkin bir noktada kalıyor. Oysa ki öncekilerin yerine gelenler gibi gidecek olan hükümetlerin yerine gelecek olanlar içerisinde de yolsuzlukta Erbakan'lara, Mesut Yılmaz'lara, Tansu Çiller'lere; basiretsizlikte Ecevit ve Erdal İnönü'lere rahmet okutacak onlarca karakter olacağını, büyük ihtimalle kafamda mitleştirdiğim bir Hikmet Uluğbay karakterinin bu topraklara bir daha uğramayacağını görmek için ne göze ne de hafızaya gerek yok.

Not: Hikmet Uluğbay bugün hala hayatta. Yıllardır kendi blogunda sessiz sedasız yazıyor.

11 Ekim 2021 Pazartesi

Artık sus mu diyorsunuz?

Bir tarafta oyunculuk kariyeri tek bir karakterden oluşan, ancak bir video oyunu npc’siyle yarışacak seviyede oyunculuk yeteneğiyle ekranları 20 küsur senedir meşgul eden Tamer Karadağlı; diğer tarafta bu versustaki rakibi kadar bile akılda kalıcı bir karakteri canlandıramamış, orta seviye bir başarı yakalayıp mikrofonu önünde bulduğunda başkalarına rağmen dili ve edebiyatına sarılıp ülkenin en amansız ve anlamsız acı gerçeklerinden biri olan kadına şiddeti tek bir konu başlığına indirgeyerek, bahsettiği rağmenliğe dengesiz bir dayanak oluşturmaya çalışan tipik yurdum insanı Nihal Yalçın. Günlerdir gündemi kasıp kavuran bu sürtüşmeyi “Lan başka dert mi yok, millet aç aç” gibi yine konuyla alakasız sığ bir yorumla değerlendirmek istemem ama gerçekten lan başka dert mi yok, gerçekten millet aç amk aç.

Aklımda kalsın da unutmayayım diye özet geçeyim:

Nihal Yalçın “Zuhal” filmindeki performansı ile en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülür, sahneye çıkar ve ödülü kendisine vermek için orada bulunan Tamer Karadağlı’dan ödülü henüz almadan mikrofonun başına geçer ve klişe mi klişe, daha önce milyonlarca kez duyduğumuz konuşmalardan birini yapmaya başlar. Evet, heyecanlı ve mutludur fakat Altın Portakal ödülünü Nobel Barış Ödülü mü zannettiğinden bilinmez, konuşma nerede biteceği belli olmayan sonsuz bir maceraya dönüşmeye başlar. Bu arada Tamer Karadağlı da sanki o gün ödül vermek için oraya silah zoruyla getirilmiş, ocakta yemeğini yuvada çocuğunu bırakıp gelmiş gibi sabırsız jestleri, altına sıçacakmış da bin bir türlü anüs kasılmasıyla kakasını zar zor tutan Fatih Terim mimikleriyle kariyerinin en başarılı oyunculuğunu sergilemektedir. Kakasını daha fazla tutamayan Karadağlı, öyle ya da böyle kariyerinin zirvesini yaşamakta olan birinin kapıldığı rüzgara 2 küsur dakika tahammül gösteremeyip odun gibi tuttuğu ödülü Nihal Yalçın’ın gözüne sokar, eline tutuşturur ve geriye doğru çekilir. Nihal Yalçın bu arada kadınlardan bahsetmenin, İstanbul sözleşmesi dediği anda yükselen destekleyici seslerin arasında iyice gaza gelip “Kim verdi lan bu ödülü bana” diyerek ilk atışı yapar. Sesler kesilmeyip olay tam anlamıyla bir rezalete dönüşmeyince “Bağa git mi diyon” falan diyerek ateşi harlamaya devam eder. Bu arada Tamer Karadağlı “kopan alkış, sahnede kadın, benim son 15 yılda modası geçip artık antipatik hale dönüşen maço karakterim,…” yapbozunu kafasında hızlıca birleştirir ve hayatının her alanında takınmayı sevdiği Haluk rolünden beklenmeyecek kıvraklıkta bir dans figürü sergileyerek “Ama ben onun için yapmadım, yani elinizde ödülle yaparsanız bu konuşma daha etkili olur” gibi bir savunma yapıp geri çekilir. Adeta bir Müge Anlı zanlısı savunmasına benzeyen bu hareketi 0.5 saniye içinde tekrar gözden geçirip kendine yakıştırsa bile, artık Tamer karakterinden daha baskın olan Haluk karakterine yakıştıramayınca, sanki o geri vitesi yapan kendisi değilmiş gibi “teallaam” hareketlerine ve sıçış pozisyonuna geri döner. Uzun lafın kısası, hayatında ilk defa dişe dokunur olduğunu düşündüğü bir ödül alan bir oyuncunun anın coşkusuyla kontrol edemediği heyecan ile kendisininkinden yarı yarıya kısa bir kariyere kendisinin iki katı başarı sığdıran bir kadının coşkusuna 2 dakika katlanamayan başarısız bir aktörün kısa hikayesidir olan biten.

Olay burada bitse ne güzel olurdu ama yok. Konu bu olmasa da ülkemiz insanının sığ, anlamsız, basit tartışmaların tarafı olmaya bu kadar meraklı olması medeniyet yolunda vardığımız noktanın bir mucize olduğunu düşündürmüyor değil. Sıçar gibi özlü söz üreten atalarımızın arada nadiren denk gelinen faydalı hiçbir sözünü dinlemeyen toplumumuzun her bireyi sanki o sözler içerisinden sadece “Taraf olmayan bertaraf olur” sözünü çerçeveletip duvarına asmış gibi yine cephelere ayrılır ve birbirine sallamaya başlar. Bu cephelerin siperlerinde her zamanki gibi kadına şiddetin bir sözleşmeyle, bozuk düzenin birkaç istifayla, karşı tarafın zalim kralının zulmünün kendilerinin minnoş prensinin gelişiyle son bulacağını düşünen aydınlık taraf ile tüm olumsuzlukların dış mihraklar tarafından yaratıldığını, kendilerinden olmayan herkesin terörist olduğunu, vatanseverliğin ve müminliğin tanımını her gün değiştirseler bile ancak kendilerinin yapabileceğini ve bu kavramların her şey olduğunu savunan karanlık tarafın temsilcileri var. Olay buraya nasıl geliyor diye sormayın, getiren ben değilim bizzat bu olayın aktörleri.

 Hikayenin buraya kadarki kısmında birilerine kabahat bulunacaksa tabii ki Haluk karakteri bir adım önde. Devir sığ ataerkillik, boş vatan-millet, daha ünlüye hürmet devri değil artık; şu anda farklı bir hamaset dönemindeyiz. Şu anda sığ özgürlükçülük, ters cinsiyet eşitsizliği, vıcık vıcık genç nesil popülizmi revaçta. Mini etekle baş örtüsünün, Kuran ile Nutuk’un aynı ringde dövüştürülmeye çalışıldığı dönemin bir uzantısı; tek fark ringdeki objelerin göz ilişmeyen hızlı değişimi ve daha da alakasızlaşması. 20 yıldır aşama aşama gerçekleşen bu değişimi analiz edip Tamer’in kulağına fısıldamalıydın Halukçum. Ama sen ne yaptın? Bakalım:

-“Hiçbir şey söylemedim, linç yemeye başladım. Sonra ona sahip çıkmaya başladılar. Konuşma uzadığı için sıkılmış olabilirim. Kendi meslektaşlarını aşağılaması hoşuma gitmedi. Nihal Yalçın'ı sadece oyuncu kimliğiyle değerlendiriyorum. Sevdiğim bir oyuncu kendisi..
 -"Kadınların konuşması bastırılıyor” denildiğinde olayın içeriğine bakmaya başladım. Yalçın'ın sosyal medya paylaşımlarına bakmaya başladım. 'Selahattin Demirtaş'a özürlük' falan demiş..."
 -"Demirtaş, 'Öcalan'ın heykelini dikeceğiz' dedi. Hanımefendi onu mu savunuyor? Pelvin Buldan falan da ona sahip çıkıyor. Benim duruşum belli olan bir duruş; terörist örgütün tümüyle karşısındayım. PKK'nın terör örgütü olduğuna inanan bir insanım..."
 -"Şimdi gidip onlara sormak lazım; siz PKK'nın terör örgütü olduğuna inanıyor musunuz? Abdullah Öcal'ın bebek katili, terörist başı olduğunu söyleyebiliyor musunuz? Lanetliyor musunuz?"

-"Bana söylenen şey bu festivalin sanatla alakasının olmadığı, sadece politik olması. Gittiğime de pişman oldum. Kimin neyi savunduğu, hangi partiye oy verdiğinin bir önemi yok. Burada sanatta bahsedildiği için ben sorgulamadan gittim..."
 -"Hanımefendi HDP'yi ve Demirtaş'ı sahiplenen biriymiş. Hangi kadına ne düşmanlık yapmışım? Kadın düşmanlığı ne demek? Benim son oynadığım 'Savaşçı' dizisindeki rolüm mü onu rahatsız etti?"

 

Alıntı için Kaynak: Milliyet - Cadde

Gerçekten mi ya? Ciddi misin? Yani 20 yıldır, tüm bu ülkenin yaşadıklarından sonra hala bu argümanlar mı işe yarayacağını düşündüğün? Konuşma uzadığı için sıkılmış olabilir, bu yüzden ortaya bir tepki koymuş olabilirsin ama bu tepkiye karşılık vermek “meslektaşa hakaret” öyle mi? Demek Nihal Yalçın, Selahattin Demirtaş’a özgürlük demiş ha? LAN NE ALAKA AMK? Apo’ya terörist deyip dememenin kadına ödülü “Al baban arıyor” der gibi vermenle ne alakası var? Senin kadınla yaşadığın tartışmayla ödül töreninin politize olması arasında nasıl bir ilişki kurdun? Diğer ödüllerle ilgili de mi bir sıkıntın var? Yav senin son oynadığın Savaşçı dizisi midir nedir, onu kim izler? Kim 5 dakikasını ayırıp bakar da senin göz kanatan, insanı intihara sürükleyen oyunculuğundan etkilenmeden “Hmm, bu x kişilerin tepkisini çeker” diye bir yorum yapar? Sen tüm bu saçma ilişkilendirmelerinle, ad hominemlerinle “Farkında değildim ama az bile yapmışım” demek mi istiyorsun? Tüm bu yorumlarına bir bakıp politize olanın sen mi yoksa ödüller mi olduğu konusunu bir kez daha düşündün mü?

Bu arada; kırmızı köşede Tamer Karadağlı bunları yaparken tüm haklılığı ve olgunluğuyla mavi köşedeki Nihal Yalçın ne yapmış bakalım:

Tek kelimeyle bu ülkenin insanına yazık, bu ülke insanının kendine layık gördüğü kalitenin bu olması korkunç bir acziyet.

Evet, ülkenin son 20 yılına ve bugününe bakınca bir devrin sonuna geldiğimiz gün gibi ortada. Bu noktada gemiden atlayanlar olduğu kadar geminin batmaması ihtimaline daha da agresif şekilde sarılanlar da olacak. Bu karşı taraf için de geçerli, en az diğer tarafın popülizmi kadar cıvık, tutarsız ve ayakları yere basmayan bir tarz var bu cenahta da. Tüm bunların arasında var olan bitik düzenin aktörleri ellerini ovuşturuyor bu gibi akıl almaz, Gibi dizisinden bir bölümmüş gibi olayların gündemi alt üst etmesine. Bu ülke tarih boyunca bir diğerini “Aklım almıyor amına koyim, biz bu noktaya nasıl geldik İlkkan?” diyerek omuzlarından tutup sarsan bir Yılmaz’ın eksikliğini yaşadı, yaşıyor.

 Anlamak lazım ki:

  • Kadına şiddeti bitirmek için ihtiyacımız olan şey İstanbul Sözleşmesi’nden daha büyük, daha güçlü bir şey. Herhangi bir akit, sözleşme, antlaşma bu ülke insanının zihninde bir etki bırakmıyor.
  • Bazen yaptığınız küçük bir hatayı kabul etmek, bir anlık sinirle yapılmış bir hatayı dört başı mamur bir özürle düzeltmeye çalışmak; zaten haksızlık ettiğiniz bir insanı terörist olmakla suçlamaktan daha insani olmakla birlikte olumlu sonuçlar da doğurabilir; bu benim naçizane fikrim tabi yine de siz bilirsiniz.
  • Tarafını belli etmek, reytinden bir dilim kapmak, birkaç beğeni toplamak için hiçbir elle tutulur yanı olmayan tartışmalara taraf olup günlerce gündemin en tepesinde tutmak bir ülkenin ünlü kişilerini büyütmez, küçültür ya da aslında ne kadar küçük olduklarını gösterir.
  • Birinin ağdalı şoven yapımlarda oynaması milliyetçi olduğunu, vatanını sevdiğini göstermediği gibi ülkenin aktif şekilde siyasetinde var olan, hukuken herhangi bir şekilde illegalize edilemeyen bir siyasi partisinin liderini desteklemesi, katılsak da katılmasak da terör destekçisi veya vatan
    haini yapmaz.

Vatanını ve milletini çok düşünen bir Tamer Karadağlı, 20 küsur yıl önce oyunculuğu bırakırdı.

24 Eylül 2021 Cuma

Sektöründe en az 250 yıl tecrübeli, takım çalışmasına yatkın

Bu resimdeki Pakistanlı teyzemiz 300 yaşındaymış. Basitçe, yaşadığı ülkeden yaklaşık 250 yaş büyük. Türkiye’de yaşamış olsa 1981 öncesinde doğduğu için 50 yaşında emekli olacağından, eğer 15 yıl çalışıp 3600 günlük prim yatırmış ise 250 yıldır emekli maaşı alıyor olacaktı. Şaka maka (ki yüzde doksan dokuz öyle) 300 yıl yaşayan bir insanın hayatta kalmasını sağlayan sağlık sırları pek çok dingil gazetecinin ilgisini çekecek, bu teyzeyi bulup işte sabahları pekmez mi yiyormuş, akşamları yatmadan kulak memesine üzüm sirkesi mi sürüyormuş bunları öğrenmek için kapısını aşındıracaklar. Asıl soru ise arada kaynayacak: Bu teyzeyi 300 yıl boyunca ertesi günü görmeyi isteten motivasyon nedir? Hayatında bir kez bile olsa bir kışın bir pazartesisinin sabah 6’sında 500T’ye binip işe gitmemiş olmasının uzun yaşamında rolü var mıdır?

Yirmili yaşlarımın sonuydu; günde 5-6 saat tavanı izlediğim zamanlarda “40 yaşımı göremeyeceğim” kehanetinde bulunmuştum. Büyük olasılıkla ben çok küçükken 40’lı yaşlarının başlarında rahmetli olan dayılarımın etkisinde kalmıştım bunu düşünürken. Şurada 40 yaşıma bir şey kalmadı, 30’lu yaşlarıma geldiğim anda zaten “40’a bir şey kalmadı be aga” demeye başlamıştım. Saçma bir kabullenişle “Zaten ne yaşıyordun ki, adam olana 40 çok bile” diyerek kendimi yatıştırıyordum içim 40 yaşında ölmeyi kabul edemediği anlarda. İşte böyle bir manyaktım ben. Neyse, şimdi gerçekten 40’a bir şey kalmadı. Geriye dönüp bakınca kelimenin tam manasıyla mal gibi geçmiş en az bir 20 yılım var. İnsan çok üzülüyor. Yani bir daha o yıllara gitsem büyük ihtimalle yine mal gibi yaşardım ama artık mal gibi yaşama lüksü olmayan yaşları temsil ediyor onlar basamağı ≥4 yaşlar. Çoluk çocuk ne olacak, peşin verginin günü geçti mi, Masterchef’i kim kazandı… Hayat 10 yıl önceki gibi değil. 40 yaşında ölmek gibi bir kavramı öyle rahat kucaklayamıyor insan. Bir de tabi ölümün kendine has korkusu var.

 

Ölüm korkusunu tarih boyunca Romalısından Mısır Firavununa zengin ve güçlü kesimde çok gördük. Bundan mütevellit zenginlik kavramını sorgulamak yerine zengin insanlara düşman olmayı tercih eden ama bir yandan da kolay yoldan zenginliğin yolunu sabah akşam arayan bir toplumun sıradan bir üyesi olarak ben de David Rockefeller’dan nefret ederdim. “Zenginlik = (haram yemek + zalim olmak) x ahlaksızlık” denklemindeki her kavramın altını dolduracak şey bu nur yüzlü zatta mevcuttu Maşallah; para, iş zekası, uzun ömür. Kendisinin uzun ömrü pek çok kaynakta doktor ordusuyla yaşaması, mükemmel düzenlenmiş beslenme diyeti olarak gösterilse de ben açıkçası uzun ömrünün nedenini geçirdiği yedi (7) kalp nakline bağlıyorum. Yani şimdi dünya üzerinde kendisine nakledilecek 1 kalp bulamadan bu dünyadan göçen gencecik insanlardan bahsetmek istemiyorum da; hocam kendininkiyle birlikte 8 farklı kalp taşımışsın, para hakikaten hayatı bu kadar tatlı yapıyor mu ya? Ya da ölümden bu denli korkacak ne tür bir bilgin var sonrası hakkında? Yaşadığın hayatın kalitesi gerçekten sonsuza kadar yaşama isteğinle örtüşüyor mu acaba?

Zenginlerin ölümsüzlük hayali kurması başka bir şey, bunu bir yere kadar anlıyorum; zenginler kültürlü olur, kefenin cebi olmadığını bildiklerinden biraz daha harcamak için burada kalmak istiyor olabilirler. Bir de modern tıptaki gelişmeleri “Bin yıl yaşayacak ilk insan aramızda!” gibi clickbait fırsatı olarak gören basının sansasyonel başlıklarla beyaz yakalının aklını aldığı, başlığını okurken heyecandan karton bardaktan yudumladığı white chocolate mochasını MacBook’unun ekranına püskürttürdüğü gerçek dünyamız var. Benimkine ve benden sonraki kuşağa p.zevenklik yapmak için ortaya çıkıp metaforik anlamdaki “ölümsüzlük” dileğini istismar etmeye evrilen Facebook, Instagram, Twitter falan artık kesmiyor kimseyi. Herkes bir başkasında işe yarayıp kendinde işe yarayıp yaramayacağını bilmediği diyetleri yapıyor, merdiven altlarında üretilen kozmetik ürünlerini ağzına yüzüne sürüyor, kuaföre gidip kafasına yılan zehiri enjekte ettiriyor; yapabildiğince genç kalmaya, ömrünü uzatmaya çalışıyor.

Hiçbirimiz ölmek istemiyoruz, iki kere iki dört. Bu konuda hemfikiriz. Fakat “Asla ölmemek için bir şeyler yapmak” fikri bu kadar yaygın değildi. Düşünün bir kere, sonsuza kadar yaşayacak olmanın maliyeti bir yana, kalitesi ne seviyede olacak? Şahsen ben de 641 yaşıma geldiğimde bayram tatiliyle hafta sonunu bağlayıp yazlığa gitmek isterim, tabi 250’den yaşlılar iş bulabiliyorsa. 1000 yıllık ömrümün 880’inde altımı bezleyecekler, pipetle çorba içirip koltuk altlarımı haftada bir ıslak mendille sileceklerse, şahsi fikrim, çok hoş bir yaşam olmadığı yönünde.

En büyük hayali hayata bir şekilde tutunup eğer mümkünse bir de tatlı huzur almayı başarmak olan bir neslin uzantısıyım ben de aslında ama istisnai bir babam vardı sanırım o dönem için. Alice’inkinden büyük bir hayal dünyası olup da değil tavşan deliğinden içeri dalmak, anahtar deliğinden göz atacak kadar bile lüksü olmayan bir babanın çocuğu olarak tek tip olmanın mükemmellik olduğu dünyadan fark yaratarak iz bırakmadan ayrılmayı kendine yedirmenin çok aşağılık bir şey olduğunu aşılayan bir psikolojiyle yetiştirildim diyebilirim. Hatırlaması bahsetmesi kadar sıkıcı bu konuya girmeyi tabii ki düşünmüyorum; düşündüğüm ne ara asla ölmeyecekmiş gibi yaşayıp ölüm kavramından ölüm gibi korkan bir insan reçeline dönüştü bu dünya? Eğer hayatı insanı yavaş yavaş öldüren bir hastalık olarak görmezsek, zaten bir şekilde sonlanacak bir şey ve sonlanmaması başka problemleri beraberinde getirecek; ölümü dileyerek yaşayan insanlar olduğunun da farkında mıyız acaba? Ölümlü oluşumuzdan değil, ne şekilde ve ne zaman öleceğimizi bilemeyişimizden (ya da çok kısa bir süre öncesinde farkına varacak olmamızdan) korktuğumuzu kendimize itiraf etmek, hayatımızın konforunu yükseltmez mi?

İnsan düşündükçe kafayı yiyor Zekeriya. 300 yıl yaşasam hangi anılarımı anlatıp anlatıp gülerdim acaba? İnternet bankacılığı şifremi kaç kez değiştirmek zorunda kalırdım? Toplamda ne kadar vergi ödemiş olurdum? CV'm kaç sayfa olurdu? 

Sanırım ben biraz tavanı seyredeceğim.


7 Mart 2021 Pazar

Öfkeli Kalabalık


Birkaç kişinin naraları sokaklarda yankılanır, ardından bir bakmışsın onlar, yüzler, binler olmuşlar; içinde insanıyla otelleri yakmışlar, kahvehane taramışlar, öğrenci evlerini basıp gencecik çocukları boğmuşlar…

Bir anda oluverirdi bunların hepsi. Değil o mahallenin adamı, sanki bu dünyadan bile değilmiş de yokluğun içerisinden bir anda var olup çıkmış olan o hilkat garibeleri öfkeli kalabalığın bam teline basmış, hiç akıllarından bile geçmeyen o pis suçu o masum insanlara işletmişlerdi kaç defa. Asıl mağdur provoke edilen, elinde cinayet silahı ve kıyafetlerini baştan aşağı kırmızıya boyayan kanla yere serdikleri cesetlerin başında kalakalan o günahsız kalabalık, ah o masum kalabalık…

Eşsiz misafirperverliği, yüce ahlakı, sonsuz irfanıyla Anadolu insanı, o sırf mağdur görünmek için oluk oluk kan akıtan ölü bedenlerin oyununa geldi defalarca. Bu insanlar saf, temiz duyguları ve gayet makul kırmızıçizgileriyle asla yanılmazlardı. Elbet aldatılabilirlerdi; hain bir demeç, varlığı dünyayı kirleten bir mezhep, yaşamayı haram hale getirecek bir siyasi görüş doğal olarak kontrollerini kaybetmelerine neden olabilirdi fakat asla yanılmazlardı. Günün sonunda ölen bir avuç kişinin ölmeyi hak ettiği ve öfkeli kalabalık olarak kendilerinin aslında haklı olduğu konusunda asla yanılmadılar. Bir yandan da şanslıydılar; diğer tarafta hiçbir zaman öfkeli bir kalabalık olmadı.

Ne hikmetse beğenmediğimiz 90’ları düşünüyorum da;  şiddet haberleri, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen televizyon kanallarında aynı anda yayınlanırken korkuya kapılıyor, sarsılıyorduk. Senede 1-2 defa böyle dehşetler yaşıyor ve yılıyorduk şiddetten; bu şiddetin içimize işlemesinden, yayılmasından, yanımızdaki mahalleye sıçramasından endişe ediyorduk. Haftalarca gündemimizin başköşesine oturtuyor, bir daha olmamasını sağlayacak çözümler üzerine siyasi beyin fırtınaları estiriyorduk.

Ve o zamanlarda yaşadığımız her şiddet olayında şöyle diyorduk: 

Nerde bu devlet?

Hâlbuki devlet hep oradaydı.

Şiddet siyasi bir şeydi. Ayrılıkçı terör örgütlerinin, onlara karşı savaşan başka terör örgütlerinin, İslamcı terör örgütlerinin, solcuların, sağcıların ve sairin oyuncağıydı şiddet. Şekli değişir, konusu değişmezdi. Bazen infilak eden bir araba, bazen birinin başının bir yanından girip diğer yanından çıkan bir kurşun, bazen sopalı bir saldırıydı ama şiddetin emeli hep siyasiydi. Onun dışında insanları sindiren mafyavari oluşumlar vardı ama o da nihayetinde para içindi; yüzyıllardan beri kim ekonomi ile siyaseti birbirinden ayrı düşünebildi ki?

Şahit olunan her şekliyle şiddet bir alçağın veya bir “galeyana getirilmiş”in değilse eğer, ancak bir çaresizin işi olabilirdi. Bu sebeple kadına, çocuğa, güçsüze şiddet gösteren öfkeli kalabalık değil de bir bireyse; öyle hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edemezdi. Karısına, çocuğuna el kaldıranın buna haklı bir gerekçe gösteremediği zamanlardı 90’lar. Yapan var mıydı? Tabii ki, her zaman. Sonucu ise kati bir dışlanmaydı; tanıyan tanımayan herkes tarafından.


Hep koyuca bir sisin ardında geçen 90’lardan sonraki dönemde şiddet, terörist başının yakalanmasıyla en tepedeki gündem olmaktan çıktı, hatta bir süre sonra geçim derdinin de o kadar gündem olmadığı güzel zamanlarımız bile oldu; halının altında tozları süpürecek yer kalmayana kadar.


Şiddet bir kış günü Kızılay meydanında kıstırılıp üzerlerine su sıkılan işçilerle mi, ellerinde dövizlerle yürüyen doktorların dövülmesiyle mi yoksa çocuğunun notunu beğenmeyen velilerin düşük not veren öğretmenleri tartaklamasıyla mı tekrar başladı bilemiyorum ama bildiğim tek şey terörün mezarından çıkıp ayağa kalkmasıyla da, birkaç ay evvel el sıkışıp dostça karşılıklı ziyaretlerde bulunduğumuz komşularımızın yüzüne savaş çığlıkları atmamızla da aynı zamanlara denk geldiği.

90’lardaki korkularımızın tekrar ortaya çıkmasından endişe etmeye başladık; kısacası korkmaktan korktuk bir süre. Şiddetin alışılageldik bir şey olmasıydı bizim korkumuz o zamanlar. Bir şehit haberinde şoka uğramamak, televizyonda haberini gördüğümüz olaylara bizzat şahit olmak, kendimizi korumak için bile olsa bir başkasına el kaldırmayı bir çare olarak görmekti korkumuz. Bundan korkuyorduk çünkü bunların yaşandığı zamanların hikâyeleriyle büyüdük. Birbiriyle aynı arsada top oynayan arkadaşların birbiriyle kanlı bıçaklı olduğu, bir o taraftan bir bu taraftan gençlerin darağaçlarında sallandığı zamanların hikâyeleri.


Oldukça uzattıktan sonra bugüne gelelim. Artık şehit haberlerinin birer ikişer değil onar yirmişer gelmesine rağmen birkaç saatte gündemden düştüğü, hatta aynı elim olaydaki şehit sayılarının olayın üzerinden zaman geçtikçe arttığı ama kimsenin ses çıkartmadığı zamanlardayız. Katillerin başlarının eğilmeyip kendilerini tutuklayanlarla poz verdiği, teröriste para kaptıranın hapislerde çürürken teröriste sağ kolluk yapanların baş tacı edildiği, terörist ne istediyse verenlerin eleştirilemediği zamanlardayız. Katillerin, tecavüzcülerin tutuksuz yargılandığı; teröristlerin devlet televizyonlarına röportaj verdiği zamanlardayız. 301 kişinin öldüğü bir toplu katliamda hiç kimsenin suçlu olmamasına, çoluğuyla çocuğuyla 25 kişinin öldüğü cinayet gibi bir kazada tek ceza alanların ölenlerin anaları babaları olmasına kimsenin sesini yükseltmediği zamanlardayız. Katledilenlerin suçlandığı, katledenlerle duygudaşlık kurulduğu zamanlardayız. Küçücük bir kız çocuğunun cinayetinin üstünün kapatılmaya çalışıldığı, parçalara ayırılmış kadın cesetlerinden siyaset yapıldığı zamanlardayız.

90’lardan bu yana bu toplum için olumlu anlamda gelişen tek şey, artık kimsenin “Nerde bu devlet” diye sormayışı.

Çünkü devlet nerde artık hepimiz biliyoruz.

Masumun, haklının, güçsüzün yanında duran hiçbir otoritenin olmadığı bu çağda birbirimizden başka kimsemiz olmadığını bir an önce kabullenmek zorundayız. Çünkü bilerek, isteyerek, göz göre göre şiddetin sıradan, olağan, bayağı bir hale getirildiği bir ülkede elimizde iletişim teknolojileri ve birbirimizden başka hiçbir güvencemiz yok. Şiddetin siyasetin oyuncağı olmaktan çıkıp 90 küsür yaşındaki kadınların canına, hayvanların ırzına, küçücük çocukların namusuna göz diktiği bu ortamda şiddete seyirci kalmak; hareketsiz yatan anasının tekmelenen bedeninin yanında titreyerek ağlayan bir kız çocuğunun yardımına koşmak isteyene “aman sen karışma” diye engel olmak, yakın zamanda şiddetin kapımızı bir tekmeyle yıkıp yatak odamıza kadar gelmesine neden olacak. Unutulmamalı ki seçilmişlerce korunan katillere, tecavüzcülere, gaspçılara karşı tek çaremiz, birbirimiziz.