26 Şubat 2011 Cumartesi

İçe Dönük Bir Arayış: Kıl Dönmesi - Part XI

Uzun zamandır içmek olarak tanımlanabilecek bir şekilde içmemiştim, İyi mi oldu kötü mü dersen, hiç iyi olmadı. Sefillikten başka bir şey değil. Yani insan laf olsun diye içtiğinde tamam, içiyor ve bitiyor olay ama akla takılan bazı şeyler gitsin diye, beynini kemiren düşünceler yok olsun diye içince boku çıkıyor; yüksek ihtimalle de o düşünceler çıkmıyor beyinden, aklıdan zaten.

Çoğu zaman kendimle ilgili uyuz olduklarım aklıma geliyor. Uyuz olduğum unsurlarımdan biri, insanların çoğunu henüz ilk görüşte tanımlayıp tanıyabilmek ve ne kadar uzun süre geçerse geçsin o tanışma faslının üzerinden bu tanıma bağlı kalmak; değişimi hesaba katmamak. Tabi bu adapte olamama, değişime ayak uyduramama endişesinden ileri gelen bir durum da olabilir. Sistemli şeylere ayak uyduramama gibi bir problemim var da. Ne diyordum? Hah. Bir diğer sinir bozucu kısmım da tanınamıyor olduğumu düşünmek. Yani bana ait genel bir çıkarım yokmuş gibi, "Halileo = şunu şunu yapan kişi" denecek bir özelliği olmayan biriymişim gibi. 24 Şubat günü, bana ait bu yapının aslında temeli olmadığını anladığım gün olarak tarihime geçti panpa. Sıkıntıdan, sinirden, moral bozukluğundan başka bir şeyle geçmeyen bu gün, yine tüm sayılan özellikleriyle aslında çok sıradan bir gün olarak geçti. Akşam biraz içtikten sonra (ki dağılacak kadar değil) eve gelince yine böyle bir ağırlık, bir adamsendecilik, bir vurdum duymazlık... Neyse, bir baktım konuşacak edecek kimse de yok; tam biraz daha içiyordum ki Shego onlinemış. Kendisinde de biraz alkol sezdim.

İşe girmiş, bir daha tebrik edeyim buradan. Kendisi benden 7-8 üst rütbede bir pesimist ve depresif olduğundan, hayatında olumlu gelişmeler olduğunda inanamama gibi bir eğilimi var. Aslında işlerin iyiye gidiyor oluşunun gayet sıradan oluşuyla ilgili genelde benim pek kulak asmayacağım türden bir şeyler anlatırken, her zamanki gibi depresif bir kontra atağa giriştim. Yani tamam, senin işler iyi gidiyor ama burada değişen bir şey yok gibi. N'apsın, o da işte yalandan bir moral aşılayayım derken bir laf etti, aynen Ctrl+c: "senin bebişin olucak halileo. oğlun olcak. bi dene"

"bi dene" kısmı garip gelmekle birlikte, bir gariplik hissettim kendimde. Ulan, nereden çıktı şimdi? Yani itiraf ediyorum evet gerzek gibi taa ortaokuldayken 50 yıl sonrasını düşünürdüm sanki görebilecekmişim gibi, böle çoluk çocuk falan. Ama bu bir ukde değil, bir yara değil, ne bileyim. Yani bir şey, benle ilgili. Ama kendisine bahsettiğimi hatırlamıyorum. Zaten yeterince kunil bir şey değilmiş gibi böyle bir düşünceye sahip olmuş olmak bir zamanlar; üstüne bir de insanın yanaklarından çenesine doğru bir yol açılıyor ya, daha da kötü hissettim karı kılıklılığımla. Tabii ki bu durumlar ne kadar az olursa olsun alkol almış olmakla ilgili (diye düşünüyorum). Neyse ki göz pınarları böyle bir duruma alışık değil, geldi geçti işte. O akşam huzurlu yattım, insanların benim hakkımda doğru tespitler yapabiliyor olmasını güvenlik duvarımdaki zayıf bir nokta olarak görmeyerek; eskiden hayalini kurduğum ve artık olmayacak şeyleri düşünerek yatınca o 2-3 saat yatakta dönmelerle falan uğraşmadım, 5 dakikada uyudum. Kabullenebilmenin de kendine has bir huzuru var.

Sabahlar genelde huzursuz vakitler olur benim için; hoş, her vakit huzursuz aslında.Dün sabah yine Emre ile sözleştik, hava soğuk, karagahta buluşacağız. Şimdi, normalde kendi yüzümün neye benzediği ile ilgili pek bir fikrim yoktur normal zamanda. Şunu söyleyebilirim, günün her saatinde aynı yüz ifadesiyle dolaşırım. Yanımda arkadaşlarım varsa laflıyoruzdur; işte o zaman yüzümün aldığı şekil sanki son derece eğlenceli şeylerden bahseder gibidir hep; cenazede bile olsak. Neyse işte, karargaha doğru giderken yine öyle kafamda binbir türlü şeyle; Emre'nin sesini duydum. Normalde Emre'den beklenmeyecek bir tavırla karşılaştım sonra: "Lan bu ne surat? Katil gibi öyle mendebur mendebur bakıyosun lan? Şirketin mi battı anan mı öldü?" türünden cümleler kurdu bana. Aslında bu benim her zamanki halimdi. Yani insanlarla beraber değilken demek ki böyle pis, nursuz bir ifadem oluyor. Çok şaşırdım yaw. Yani aslında tahmin edebiliyordum biraz, yalnızken sert bi ifade olur suratımda; "Bana bulaşmayın olum" gibi. Değilimdir öyle de, ifade bu yani. Bu derece sert bir ifadem olduğunu ise Emre'den öğrendim. Bir şaşırtgan olay da bu oldu benim için; kendimle ilgili bilmediğim bir şey öğrenmiş oldum. Atıp tutuoyrum ya "Herkesin ciğerinin kaç kg olduğunu görmeden bilebiliyorum" diye; daha nasıl baktığımı yeni öğrendim ben. Üstüne bir de yine Emre'den çok fazla görülmeyecek şekilde bir tepki aldım; "Ulan sen niçin hiç kendine vakit ayırmıyon oğlum? Neden sürekli 'Şunun şusu için şuraya gidecem, bunun busu için buraya gidecem' diyip duruyosun? Gel lan pazar günü bir yerlere gidelim, gezelim aq bi günü de kendine ayır be ya" biçiminde. Evet, bir yaşıma daha girmiş oldum evet. Lafını sözünü hiç dinlemediğim ve aslında bundan dolayı hiçbir zarar görmediğim babamın da bir lafı doğru çıkmış oldu böylece: "Acından ölsen de suratından belli olmasın; dostun üzülüp düşmanın sevinmesin".

Dün akşamı ise yine ders alamamış biri olarak ölük ölük içerek geçirdim. Böyle bir tane daha içsem, herhalde sızıp kalacaktım sokak ortasında. Ve bir ders daha; bundan sonra artık ayda bir de değil; hiç içmiyormuşuz panpa. Evet, özletecek kendini biraz ama, özleyeceğim diye beni harcayacak şeylere kendimi kaptıracak yaşı geçtim ben sanki.

Neyse işte, dediğimi yapın yaptığımı yapmayın. Mutluluğu ve güzel şeyleri huzursuzluğun ve depresyonun yakıtı olarak kullanmayın. Çok yakıyor lan.





20 Şubat 2011 Pazar

Cudi Efendi

Kurtuluş'la artık bağım kalmayacak, üzüldüm. Muhit güzel, sakin, insanlar efendi falan filan ama tabi kardeşimin de artık asansörü olan ve işine daha yakın bir eve ihtiyacı var. Öyle internetten falan baktım Hürriyet Emlak senin Sahibinden.com benim gezdim ama tabi gidip görmek de lazım. Belirlediğimiz fiyat aralığındaki evler sürekli Ortaköy'ü işaret etti bana. Bir-iki Fulya falan da çıktı ama yüzde doksan Ortaköy. Sürpriz oldu böyle bir sonuç, hadi bakalım dedik kardeşle birlikte; bir görelim şunları. Cevahir'in girişinde yerdeki kurt biçimli su lekesi beni hipnotize etmişti ki, kolumdan tutup sarsalayarak "Yürüsene be!" dediğinde anladım Fulya'dan başlayacağımızı.

Fulya ne biçim bir yer lan öyle? Yokuş, yokuş, yokuş... Yani ben bunu Ortaköy'den bekliyordum açıkçası. Yani buraları çok da bildiğimden değil, hiç bilmiyorum ama taa bilmem kaç vakit önceki anlık ziyaretlere dayanan anılar falan filan. Bir ev gösterdiler hacı, yatak odası üçgen, salonu yamuk, mutfağı hiperbol, banyosu g.t içi afedersin. Penceresi, 2 yıl önce tam ortasında bir kamyonetin bozulduğu bir sokağa bakıyor. Evet, o kamyonet hala orda. Odaların camları düdük gibi, eve girmeye çalışan güneş ışınlarını engellemek için de balkonu kapatmışlar. Emlakçının yorumu "Ev çok temiz, bu muhitte böyle güzel bir yer bulmak bir mucizedir." Çok afedersin panpa ama ben s.çarım böyle muhitin içine o zaman.

İndik Ortaköy'e. Ulan hep İbrahim'e giderken hızlı hızlı yürüdüm oralarda, hiç kafamı kaldırıp bakmam ki. Ne tatlı yermiş lan orası öyle? Kaldırımları, birkaç eski binası, hatta daha Ortaköy'e varır varmaz gördüğümüz üzerinde "Diyetteyim, lütfen iyiliğim için bana yemek vermeyen" yazan köpek falan. Ben yarısı mütebessim yüzümle sağa sola bakarken aradığımız sokağın Toyota Plaza'nın birazcık ilerisinde olduğunu farkettim: Cudi Efendi Sokağı. Sokak değil zaten bayır. Ama ne bayır; o kadar dik ki merdiven koymuşlar buralarda daha pek çok yerde rastlanılacağı gibi. Ziggurata çıkıyoruz sanki, merdivenlerin en sonunda gideceğimiz ev. O ev de bir garip, evin kapısını açtığın gibi karşında mutfak lavabosu. Yani bir misafir gelse, dağ gibi yığılmış bulaşıkları görecek. Ama Allah için, evin geri kalanı olağanüstü; Güneye bakan cephe komple cam. Evin içi bir aydınlık ki insan rahatsız olur yani. Kısmet değilmiş; insan işten gelip de 200 basamak çıkarak evine gidemez. Hayır, bi de çıkmaz sokak. Aklım kaldı muhitte.

Evden çıktığımızda bir baktım, bizimkinin de yüzü düşmüş. E muhit hakikaten güzel. Sakin, sessiz, huzurlu falan. Döndüm dedim; "Seni buralı yapıcam. Gel geziyoruz." Fıldır fıldır döne döne emlakçı arıyorum. Ulan kapalı! Maça gitmişler; malum, Beşiktaş - Fenerbahçe. Arıyorum açmıyor, arıyorum "Şimdi maç için çıktım kusura bakmayın" falan. "E hadi gidelim" diyecek oldu, dayanamam ki öyle. İlla bir yer bulacağım ben, deliririm. Neyse, Dereboyu üzerinde bir tane bulduk, ara sokaklarda da bir tanesine girdik emlakçıların; yahu bu muhitte yaşlanılır ölünür şerefsizim. Ortaköy vallahi bir tanesin.

Hayır, burası hem seğimli, hem de böle deli bir yer. Deli diyorum, İbrahim de burada oturuyor, o yüzden. Ona da söyledim zaten o da soruşturacak daire işini. İşine de ulaşımı kolay. Mis gibi vallahi. Benim içimden geçen ise başka; yıllardır Gebze olacak o cehennemde yaşayan biri olarak Ortaköy bana gerçek olamayacak kadar huzurlu bir yer gibi geldi. Kim bilir, bakarsın günün birinde buralı oluruz panpa. Çok da güzel iyi olur.

Kurtuluş'a dönüş vakti geldiğinde Beşiktaş otobüsüne bindik. Trafik iyice boka sarmış vaziyette; İnönü Stadı iyi güzel de .mına koyuyor maç zamanı ortalığın. Beşiktaş'ta indik dolmuş bekliyoruz ama boşuna yani. Bir taksiye atladık; "Özürlü yaaa" diye çemürüyordu şoför. "Abi iki adımlık yolu yürümüyor öküz, 2 lira için beni bu trafiğe sokacak. Hayır, hakikaten özürlü ya." diye diye yol boyunca kafa açtı. Kurtuluş'a gelip evin anahtarlarını ararken cebimde, aklımda Ortaköy vardı ama benim. Yani burası da şirin, güzel, bir yamuğunu görmedik Allah için. Ama şuna bir ev bulalım da Ortaköy'de. Çok güzel lan.

Not: Quaresma ve Çetesi için Coolio'dan Gangstas' Paradise gelsin. 6. dakikada gol yenen golü nasıl çıkaracaksınız lan? Trafiğin içine ettiğinize değseydi bari.

Cumartesi Şeyi


Niye farklı olsun ki bu cumartesi? Yani işte hava soğuk değil ya, biraz güneş falan var ya; şımardım demek ki. Saat 11 miydi neydi; sokakta bir kenara sırtımı dayamış sigara içiyordum. Adamın biri yolun ortasında küt diye yığıldı yere. Daha ne olduğunu anlayamadan bir de sağa sola dönmeye başladı olduğu yerde. Her ne kadar çaresiz görünse de adam, insan bir tırsıyor yani. Tanımadığım biriyle oturttuk yere, kalkmıyor çünkü. Su verdik, içmiyor. Yanımdaki gürbüz amca şişeyi adamın ağzına sokmasaydı bir yudum bile almayacaktı. Etrafta adamla ilgilenen başka insanlar olduğunu görünce çekildim ben de. Daha sonradan öğrendim; açlıktan bayılmış. 21. yüzyıl'dayız geyiği yapmak istemiyorum ama Somali mi lan burası? Koskoca adam; kapı gibi. Enine boyuna kalıplı. Üzerinde boyacı tulumu, tulumdaki boya lekeleri de hala ıslak. Yani çalışıyor, işi var. Peki niye açlıktan bayılıyor? Parasını yemeğe ayırmak istemediğinden olabilir gayet. Ülke nasıl da ferahladı lan son birkaç senede di mi?

İçimde burukluk olmasa bile bir şekilde buruluyor cumartesi günü insanın içi. Bu durumun kimin s.kinde olduğu ise benim için tam bir bilinmez. Neyse işte; bir İstanbul yolculuğu daha Şifa'dan başladı 500T sponsorluğunda, kulakta kulaklıklar. Bu hafta da kendimi shuffle'ın kollarına bıraktım; cumartesinin bana olan garezi mp3 çalara da yansımış; +1 vasıtayla Kadıköy sahile inene kadar çalan şarkılardan 2-3ü hariç hepsi Muse. Fabrikaların oradan geçerken çalan Micro Cuts zaten ağzıma s.çmıştı ki, Esenyol durağındaki ağlamaktan gözleri şişmiş kız telefonunu kapatıp dizlerinin üzerine çökerek ağlamaya devam ettiği anda da Space Dementia'nın ortasına gelmiştim. Sahile geldiğimde Shrinking Universe ile birlikte bir Camel yaktım; sigara bittiğinde In Your World eşliğinde niçin, neden gibi sorular soruyordum öyle angut angut. Bir cumartesi akşamında bu saatte burada ne işim var gibi; yine de arkadaşlara ayıp olmasın. Ellerinden geleni yaptılar. Ozan, sana puanım 9 kanka.

Artık isyan edeceğim anda hep kendimi özel hissettiren anlamsız bir işaret beliriyor karşımda ve o işaret de cumartesi günleri Kadıköy-Taksim dolmuşları oluyor nedense. Hayatım boyunca hep gelmesi beklenen son kişi oldum bu dolmuşlarda. Kapısından içeri girdiğim gibi motor çalıştı, hareket ettik hep kendimi bildim bileli. Yine aynısı oldu; mp3 playerım da bir şaka yapıp Legend Of Steel çaldı bana. Yarı trafikli bir şekilde vardık Taksim'e. Dolmuştan indiğim anda bir afalladım; yağmuru severim bayılırım ama normalde hazırlarım kendimi yağmura; hiç beklemiyordum yeminle. Kafama indi indi de o yağmur, yanaklarımdan aktı böyle. Ağlıyor muşum gibi hayal ettim, hatta inandırdım kendimi aslında onların sadece yağmur olmadığına; gözyaşıyla karıştığını kabul ettirdim kendime kısa bir süre de olsa yanağımdan akan suların.

Cumartesi günü hüznünün nedenini tam olarak anlayamamakla beraber; bu hüznün bastırılamaz oluşu da içimi sıkıyor artık. Yine de içimdeki burukluğa bir tanım bulmak istersem, midemdeki ağırlığa bakarak hissettiğim burukluk "özlem"di ama neyin özlemi, kime özlem? Yani var bişeyler ama sanki böyle daha önce olmamış bişeyin özlemi gibi. Aman yaa, çok saçma. Kimin s.kinde ki?

18 Şubat 2011 Cuma

Dekolteden Tahrik Olan Profesörler Ülkesi

Boynunun kenarı görünüyordu. İnanır mısın; böyle içten dışa doğru titremeye, sarsılmaya başladım. sonra baştan aşağı süzdüm bi: Başörtüsünün kenarından bir tutam saç taşmış, her adımını attığında hop hop sallanıyordu böyle yukarı aşağı. Üstten iki düğmesi açılmış o pardesü, seksi olduğu besbelli vücut hatlarını saklamaya çalışıyordu ama hayalgücünü çok feci körüklüyordu o sallanan bir tutam saç. Dönüp bir de "Hayırlı günler efendim" deyince, anladım ki aranıyor. Yakaladığım gibi...

Tesadüflere mi inanalım arkadaş bu yaştan sonra? Herkesin kendi hayatında yaşadığı tesadüfler var evet; bireysel anlamda tesadüflere inanan ve güvenen bir insanım lakin tesadüfler toplumsal olarak yaşanmaz. Öyle bir dünya yok. Önce "Su testisi su yolunda..." diyen Hıncal, sonra CHP'li kadınlara "Bunlar tornadan çıkmış" diyen Tayyip, şimdi de bu kadın kurbanı tecavüzcülere koltuk çıkan dekan mıdır nedir o işte. Biri sansasyon peşinde, biri oy peşinde, biri de kaypaklık peşinde; yaranma derdinde. Bunlar bana tesadüf gibi gelmiyor. Bu bir trend. Türkiye'nin şu anki trendi; kadını aşağılamak.

Hayvanlık, öküzlük, aşırılık artık muhafazakarlık olarak adlandırılıyor bu ülkede; geleneklere ve dine bağlı olmak olarak. Ulan biz de aynı dine inanıyoruz, biz de aynı Kur'an'ı okuyoruz. Şu olanlara bak; bir kız canlı canlı gömülüyor, erkeklerle konuştu diye. Konuştu! Bu suçu işlettiğim 100lerce kız var. Tanıdığım tüm kızların canlı canlı gömülmesi lazım. Ha biri hariç, onunla konuşamadım. Neyse. Türkan Saylan başörtüsü düşmanı oldu, Ergenekoncu yapıldı. Türkiye'nin kızları ondan gördüğü hayrı Türkan Saylan'ı karalayanlardan gördü mü hiç? Yok, onu kimse sormaz zaten. Şimdi bir de dekolte, tecavüz için hafifletici neden haline getirildi bir profesör tarafından. Türkiye'de profesör olmak ne kolay lan.

Türkan Saylan'ı karaladık, kızlarımız mü'min kaldı. Ülke tam bölünüyordu, Hrant Dink'i vurduk; bölünmedi. Katilini bayraklara sarıp beraber fotoğraf çektirdik, birlik ve beraberlik perçinlendi. Erkeklerle konuşan kızı gömdük, namusumuz temizlendi. Rahibi katlettik; ülke misyonerlerin elinden kurtuldu, İslam'ın Türkiye'deki bekası sağlandı. Askerleri içeri attık, ülke daha güvenilir hale geldi. Gazetecileri hapse attık, basın özgürleşti. Buna tepki gösteren Amerika'ya sert yaptık, ikili ilişkilerimiz mis gibi oldu.

Ne kadar iffetli bir toplumuz lan biz. Son dönemde öyle bir iffetlendik ki, mankenlerin biri kucağından inmeden diğerini oturtan Hıncal bile Defne'nin ölümünü ilahi adalete bağladı. Uzun zamandır beynine kan gitmeyen Hıncal'ın düşünce sistemine göre acaba kendisi ilahi adaletten muaf mı? Erkeklerle konuştuğu için diri diri gömülen Medine de su yolunda kırılan bir testi mi? Dekolte olayını sormaya gerek yok zaten, Ece Gürsel'le takılmışlığı olan bir adam herhangi bir dişi hayvanın oturup kalkışından tahrik olabilir.

Sonuç olarak, yukarıda yazdıklarımdan kimsenin şikayeti olmayabilir. Lakin benim bir sıkıntım var; bu Profesör Orhan Çeker ile aynı ortamda bulunan binlerce kız var. Adam haykırıyor işte "Dekolteden tahrik oluyorum, dekolteli giymeyin; kayarım" diyor. Ya bu üniversiteye kızlar gitmesin, ya da bu adamı alsınlar buradan. Kızlı erkekli tüm öğrencilere de bir uyarım olacak; bu adam etrafınızdayken yere paranız düşse, almak için eğilmeyin. Mazallah...

17 Şubat 2011 Perşembe

Lezzet Dudakları IV - Burger King

Sabah kahvaltısında 1 fincan soğuk çay, öğle yemeğinde de bir paket Camel içtiğimden dolayı; akşama doğru nerede ne yesem diye düşünürken ağzımın kenarından salyalar aktığını farkettim. Dükkandan çıkmadan önce cüzdanı elime alıp kredi kartlarımı kontrol ettim; Advantage Card çok lezzetli görünüyordu. Yandaki kasabın önünde konuşlanmış uyuz itin kemirdiği kemiğe doğru bir - iki adım attım; hırladı, korktum. Yemek yemek için Etiyopyalı bir atlet gibi çarşıya koşarken yanımdan geçen kısa boylu esmer kızı ise kelimenin temel, yan, mecaz farketmeksizin tüm anlamlarıyla yemek geldi içimden. O kadar hızlı koşuyordum ki, durana kadar kız görüş alanımdan çıktı.

Burger King'den içeri girdiğimde havadaki kokunun bana yaptığı etki, 15 aylık askerliğini henüz bitirmiş bir Türk gencinin votka - red bulluna atılmış viagra etkisinden farksızdı. Hışımla kasaya doğru koşup daha çocuk sormadan "Steakhouse menü, yanında bir de duble Whopper" diye haykırdım. Şaşkın bakışlarını bana doğrultan elemanın elindeki pos cihazı çok lezzetli görünüyordu. Önüme iki tepsi koyunca gururu bir kenara bırakıp "İkisini de ben yicam, tek tepsi yeter" dedim. "Abi ben de senin gibi yiyorum ben de hala böyleyim" diyerek zayıf, vitaminsiz bedenini gösterdi ama ben "Abini s.ktirtme de söyle şu siparişi" demek istiyordum o anda. Şunu anladım ki; ne kadar aç olursanız olun, sizi daha fazla kudurtmadan hazırlanmış oluyor siparişiniz. Bak, bu bir artı Burger King için.

Turgay'la birlikte oturduk bir masaya. Sadece milkshake içişine anlam veremedim benliğimi saran açlığımın etkisiyle. İçten içe çok feci sövüyordum "Kesin patatesime sulancak aq" korkusuyla. Aç bir köpek veya yarı tok bir Vedat Milormuşçasına duble Whopper'a yumuldum. Ölümüne açken taş yesem kebap tadı vereceği için bu konuda objektif bir fikir sunamayacağım. Yine de şunu belirteyim; eğer açlığımı daha yarısını bile yemeden geçirebiliyorsa, duble Whopper bir insan yiyeceği değildir.

Soslarla hiç ilgilenmedim bugün ama elbette ki ranch sos can, barbekü sos canandır. Hardal sevmeyenler için buffalo sos ızdıraptır. Sarımsaklı mayonez ise çok ağır. Neyse efendim, Steakhouse'a geçmeden önce zaten ölümüne doymuştum. Patateslerim bile duruyordu; birkaç saniye önce Turgay otlanacak diye aklım çıkmasına rağmen "Ulan birazını yese de ziyan olmasa bari patatesler" diyordum şimdi. Steakhouse'dan aldığım ilk ısırıktan sonrası tam bir işkenceydi. Şunu bilmeniz gerek; Burger King bir arsızlık mekanı değil. İnsan tok iken de bir şeyler yiyebilir ama bunun lezzeti için yenen bir şey olması lazım. Burada öyle yiyecekler yok. Hatta şöyle anlatayım; ben nefes almak için yemeğe ara verdiğim anda içeri giren yaklaşık 100 kiloluk kadının ağzını burnunu kırmak, kendisine zarar vermek istedim. "Yuh aq, daha nerene yiycen? Hem de burada? Ayı!" diye bağırasım geldi. Arkadaş; 2 günde bir bir öğün burada yesem, 1 ayda Akrep Nalan olur şu sırım gibi bünye.

Sonuç olarak; Allah insanları böyle mekanlardan korusun. Şunu unutmayın; bir şey ne kadar güzel kokuyorsa, ne kadar lezzetli görünüyorsa, o kadar zararlıdır. Yedikten sonraki 2 saat içerisinde 1 çay, 1 kahve, 1 de maden suyu içmeme rağmen midemdeki tsunami tüm hızıyla sürüyor. Bu yazıyı yazarken de yaklaşık 45 dakikalık bir tuvalet molası vermek zorunda kaldım. Eğer çok acıktıysanız ve bir öğünde de sağlıksız bir şeyler yemeyi tolere edebilecek bir yeme düzenine sahipseniz buyrun, bir tendercrisp yiyin. Yoksa önünden bile geçmeyin böyle yerlerin; duba gibi yapar insanı yeminle bak.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Fortress Of Solitude - III


Bayağı uzun zaman oldu yazmayalı. Hiç umurumda bile olmadı yazmak bu arada; normalde içim içimi yerdi "Ulan yazayım da rahatlayayım bir-iki gün" diye. Sonra bu başlığa geri dönmek gerekti bugün. Tanımlar beynimi s.kiyormuş 10 gündür; beyni yazma moduna alınca farkına vardım. Yazmak bir yük gibi geldi bugün.

İnsanın algısı, durumları genellemeye çok meyilli. Yani işler iyi gitmeye başladığı anda sanki hiç kötü olmayacakmış gibi sürekli aynı şekilde devan edecekmişçesine tavır takınıyor insan. Alışkanlık haline geliyor mutluluk, büyüyor; 1 gramlık sevinç 100 kiloluk güldürüyor yüzü. Sonra işte illa ki bozuluyor alışılan düzen; kötü düzen bozulduğunda koymuyor o kadar çok ama iyi şeylerin sekteye uğraması her şeyi berbat ediyor. "Papaz her gün pilav yemez" demek yerine "Yine mi?" diyor insan; iyi anları bir anda geçmiş olarak addediyor ve "Bari bugün pilav yeseydi papaz" oluyor ister istemez. Doğru mu bu?

Tanım 1: Konuşacak pek çok kişi olduğu halde konuşmamayı tercih etmektir yalnızlık. Bu tercih bir zorlamadır; bazen de değildir. Bir alışkanlıktır belki, ya da tercih edilen mutlu olma yoludur. Kişinin kendisi bile karar veremez buna.

Tanım 2: Yalnızlık, boşa konuşmaktır. Yapmaya çalışıp yapamamak, yapmak isteyip imkan bulamamaktır. 10 verip 1 isteyip 0 almaktır. Hep vermek istemektir, karşılıklılığa kafayı takmaktır.

Tanım 3: Oyalanacak bir şeyler aratır; her birinin ömrü en fazla 5 dakikadır. İnsan bedeninin tam ortasında kocaman kurşundan bir kütledir; midenin üzerine abanır. Rahatsız bir kıpırtı oluşur göğüste. Kurduğu hayallerin içinden çıkmaya çalışır kişi, kabullenilmesi gereken gerçekleri koymak için onların yerine; çalıştıkça yerini kabuslar alır. Kabuslar ise daha kötü yapar ruh halini; daha da çırpınmaya başlarsınız ama mazoşist bir güdüyle boğarsınız kendinizi o kabusların içinde.

Tanım 4: Acıkmak, ama hiçbir şey yiyememektir. Mutfağa yerleşip şaheserler yaratmak, yemek piştiğinde masaya iki tabak koymaktır; birinin boş kalacağını bile bile. Tek başına yiyemektir. Ziyan etmektir yemeği; deli olmaktır israfa.

Tanım 5: Kendi kendine konuşmaktır aynada; Sims karakterine "Charisma" kasar gibi. Bir kez bile yaptığından utanıp "Ulan ne yapıyorum ben, nedir bu rezillik?" dememektir. Güzel anları hatırladıkça daralmak, ilerideki kötü olasılıklara kendini hazırlamak adına olumsuz düşünmektir.

Tanım 6: Blog yazmaktır.

Bu kadar.

3 Şubat 2011 Perşembe

Kıl Payı

Kıl denen şey; bir milimetrenin belki onda biri kalınlığında, belki de daha ince. Saç da bir tür kıl, bak o daha kalın ama o dökülüyor diye üzüldüğümüz, kızların bellerine kadar uzatabildikleri saç var ya; işte bir kişide ortalama 100-150bin adet civarında. Yani bende 150bin tane saç vardıysa şu anda kalan 120bin falan. Ama işte meblağ ne kadar ufak olursa olsun, insanı sıkıntıya sokup "Lan ben kel oldum" dedirtebiliyor.

Kıl; hayatıma yön veren bir şey benim için aslında. Bak, blogumun başlığı bile "Pilonidal Sinus"; nam-ı diğer kıl dönmesi. Ne alakası var? Şu alakası var bebeyim; sen de hayatının son 12 yılında dönem dönem g.tünün üstüne oturamasaydın, senin de hayatına yön veren bir kavram olurdu kıl dönmesi. İşte, bir yerde yokluğu, başka bir yerde varlığı dert şu kılın. Tam gelmiş, kuyruk sokumunda dönüvermiş şerefsiz. Orada dönüp duracağına kafamdaki boş noktalardan birinde de varlığını sürdürebilirdi. Haysiyetsizliği, dönüklüğü, şerefsizliği tercih etmiş. Ameliyat olsan; 15 gün yüz üstü yat. Kim bakacak lan bana? 2. günde sktirediyorlar zaten hastaneden. Annem mi bakacak bu yaşta? Kendim mi bakayım? Ya, bu nedenle 13 yıldır dolap beygiri gibi dönmesine izin veriyorum o pis kılın g.tümde.

Kıl denen mevzu pis ve döneklik enerjisine sahip olduğundan dolayı üretilmiş belki de "kıl olmak" deyimi. G.tümdeki dönük kıla kıl oluyorum. Taa kaç sene evvel doktora kıçımı göstermek zorunda bıraktı beni. Erkek adam için ne kadar zor olduğunu bilebiliyor musun? Ulan ben kendim bakmıyorum kıçıma (zaten nasıl bakayım?), bir de elaleme gösterdik, iyi mi? Gün geldi, günlerce yataktan çıkarmadı, uyutmadı, dinlendirtmedi. Allah kimseyi bu dertle yalnız bırakmasın.

Kafayı taktığım konu, "kıl payı" deyimi oluşturulurken, bu deyime çok ince bir anlam yüklenmiş olması. Yani ince derken şöyle; "Kıl payı kaybettik abi!" dediği zaman basketbol oynayan çocuk, 2-3 sayıyla kaybetmiştir. Kıl payı kaçırılan otobüs, bir depar mesafesindedir. Kısaca, "taş çatlasa"nın tahmin değil tecrübe edilmiş halini tanımlar. Külliyen yanlış, baştan aşağı hatalı bir durum. Kıl payını bu kadar küçümsememek gerek.

G.tünüzde dönen bir kıl sizin hayata bakışınızı değiştirebiliyor. O kılın kalınlığı dediğim gibi bir mm'nin 10da 1i. Bir restorana gittiğinizde minicik bir kıl olsa yemeğinizde kıyameti koparmaz mısınız? Siz kıyamet koparmasanız bile o yemeğin yenisi gelir. Hatta çok hassas olmanıza bile gerek yok yemeğin yenisi gelse bile o mekanı terkedip başka bir yerde yemek için. Kılın payı o kadar küçükse, azsa, niçin ağda yapılıp kurtulunmaya çalışılıyor sürekli? Çekilen acıya değer mi? Çok mühim değilse, traş da olmayalım o zaman. Yani ben olmuyorum zaten de, işe gidenler her sabah o ızdırabı çekmesin aynanın karşısında.

Kıl payı, pek çok alanda kullanılabiliyor. Zaman, mesafe, miktar, vs vs. Çok da kafaya takılacak veya farkına varılacak bir şey değil ama ben dün kıl payının zaman için geçerli olan tanımını yaşadım gün boyunca. Bir şeyi sürekli kıl payı kaçırmanın ne demek olduğunu öğrendim. Kıl payı denen şey bilmem kaç mikron boyutundaysa, kıl payı kaçırmanın zaman yönündeki ölçüsü de 10 dakika ile 45 dakika arasında değişebiliyor. Hani kıl ince ya, ufak ya; öyle değil işte. O kıl payı insanı uyuz ediyor. Sonra gecenin körüne kadar uyuyamıyorsunuz işte, kıl payının yan anlamından yola çıkarak talihsizliğe kafayı takıp; sonra kıl kelimesinin sözlük anlamını kendi dertlerinizle özdeşleştirip bir bunalım yapıyorsunuz geçici. Sonra da saatler 3ü gösterdiğinde "Vay aq, kıl hakkında bu kadar şey düşünüyorum gecenin bir vaktinde! Ruh hastası mıyım lan ben?" diyorsunuz ki, daha da kıl oluyorsunuz duruma.

Kıl ne kadar ufak olursa olsun, mide bulandırıyor. Yaz bunu bir kenara Zekeriya. Güzel oldu.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Soyadı "-ski" İle Biten Yönetmenin Metafor Saplantısı

Son 6 aydır doğru düzgün bir film bile izlemedim, geçen yıl sinemaya toplasan 3 kez ya gitmişimdir ya gitmemişimdir yani ama ta 1 yıldır bekliyorum Black Swan çıksın da izleyeyim diye. Aronofsky denen adamın ismini ilk duyduğumda yıl 2000'di, Requiem For A Dream vizyondaydı. Ben o filmi izlemeyi reddettim, hala da izlemedim; bir sürü emo genç verecek otun kokonun gözüne, ben de onların kafalar bir dünya hallerini izleyeceğim yani. Vakit kaybı. Evet, çok önyargılıyımdır ben; belki de alakası yoktur benim düşüncemle ama bir kere soğumuşum filmden. Yine de övgü almış herif oldukça; ben de Pi'yi izledim.

Pi, olağanüstü bir film. Hani "Şiddetle tavsiye ediyorum" falan denir ya; şiddetle olmasa da tavsiye ediyorum. Hayatın anlamını, gizemini çözmeye çalışan o naif filmleri küçümseyen bir film gibi gelmişti bana izlediğimde. İşlediği konu olarak bir Tarkovsky filmi gibi derin, anlatım olarak da bir Bergman filmi kadar olmasa da benzemek istercesine izleyene kendi yargılarını kabul ettirmeye çalışır mahiyetteydi. Sonuçta siyah beyaz olması, müzik sıkıntısı ve kaos hali filmi tekrar tekrar izlenecek bir film olmaktan çıkarıyor ama yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olduğu düşünüldüğünde takdir edilebilir. Ben ettim. Aferin.

Aronofsky ile benzer tarzda filmler çeken yönetmenleri düşünürken aklıma iki kişi takıldı: Jodorowsky ve Tarkovsky. Sonra bir bakayım dedim, üçü de Yahudi bu amcaların. Heee, dedim sonra. Yani Yahudi olunca bol metafor, derin mevzular falan filan. Nedenini anlayamadığım biçimde Yahudi asıllı yönetmenler filmlerinde izleyiciyi metafor manyağı yapıyorlar.

İlk önce Jodorowsky'den bahsedeyim; öncelikle Allah onun belasını versin. El Topo'dan hiçbir şey anlamadım. Abuk sabuk, sanki kendince İncil'i yorumlamış; mekan olarak Orta Amerika'yı seçmiş, ve bu mekanda kendi yorumlarını metaforlar aracılığıyla anlatmış. Yani yapabileceğim en mantıklı açıklama bu. İzlemeyin demiyorum ama pek bişey anlamayı ummayın. Bir de Holy Mountain'a şans tanıyayım dedim. Şimdi arkadaş, Hristiyan toplum eleştirisi midir, ateizm manifestosu mudur; film sodomize bir kentte İsa figürünün yaşadığı garip deneyimlerle başlıyor. Sonra tabii ki sapıtıyor yani. Hele bir sonu var ki filmin; adam gizlemeden, saklamadan "Evet sevgili izleyicilir. Yaklaşık 1.5-2 saat boyunca sizle t.şşak geçtim. Çok da güzel eyi yaptım" diyerek bitiriyor. İşte o gün bitmiştir benim için Jodorowsky. İstanbul Film Festivaline geliyormuş. Gitmem.

Tarkovsky'yi anlatmanın bir alemi yok. Zaten sadece Stalker izlense anlaşılır. Daha sonra tekrardan çekilen bi Solyaris var, orijinalini izleyin efendim. Tarkovsky de derin mevzulara dalan, hayatın amacını sorgulayan filmler çeken bir kişi. Bir de mükemmeliyetçi ki, derdini etraflıca anlatabilmek için uzattıkça uzatıyor filmini. Ama dadından yenmiyor filmleri. Stalker'ı izlediğimde daha sonraki dönemlerde ne çok yapımcı tarafından kopyalandığını da gördüm; Lost'u izledikten sonra bir izleyin bakalım, ada nereden geliyormuş?

Üşenmedim, baktım Yahudi yönetmenlere. Ulan ne kadar çok tanıdık kişi var; Coen kardeşler, David Cronenberg (bunun da Allah belasını versin), Philip Kaufman, Stanley Kubrick, Fritz Lang... Yani bu adamların hiçbiri öyle parasını gişe filmlerinden, sadece görsellikten ibaret yapımlardan kazanmamışlar. Hikayeler anlatmak yerine her insanın zaman zaman hissettiği şeyleri işlemişler veya bazı tabular yıkmaya çalışmışlar. Anlatım yolu olarak da öyle dolaylı yollar seçmişler ki insanı canından bezdirmişler. Peki neden böyle? Yani, Yahudi yönetmenlerin filmlerinin dilleri çok ağır oluyor arkadaş. Anlayamıyorum.

Black Swan da benim devrelerimi zorlarsa, bırakıyorum arkadaş Yahudi yönetmenleri. Biraz basit anlatın lan!

Bu arada, bir de Fountain var ki Aronofsky'nin; Allah Allah, Allah Allah... Perişan eder insanı. İzleyin lan bak ölümü görün.