Birkaç kişinin naraları sokaklarda yankılanır, ardından bir bakmışsın onlar, yüzler, binler olmuşlar; içinde insanıyla otelleri yakmışlar, kahvehane taramışlar, öğrenci evlerini basıp gencecik çocukları boğmuşlar…
Bir anda oluverirdi bunların hepsi. Değil o mahallenin
adamı, sanki bu dünyadan bile değilmiş de yokluğun içerisinden bir anda var olup
çıkmış olan o hilkat garibeleri öfkeli kalabalığın bam teline basmış, hiç
akıllarından bile geçmeyen o pis suçu o masum insanlara işletmişlerdi kaç defa.
Asıl mağdur provoke edilen, elinde cinayet silahı ve kıyafetlerini baştan aşağı
kırmızıya boyayan kanla yere serdikleri cesetlerin başında kalakalan o günahsız
kalabalık, ah o masum kalabalık…
Eşsiz misafirperverliği, yüce ahlakı, sonsuz irfanıyla
Anadolu insanı, o sırf mağdur görünmek için oluk oluk kan akıtan ölü bedenlerin
oyununa geldi defalarca. Bu insanlar saf, temiz duyguları ve gayet makul kırmızıçizgileriyle
asla yanılmazlardı. Elbet aldatılabilirlerdi; hain bir demeç, varlığı dünyayı
kirleten bir mezhep, yaşamayı haram hale getirecek bir siyasi görüş doğal
olarak kontrollerini kaybetmelerine neden olabilirdi fakat asla yanılmazlardı. Günün sonunda ölen bir avuç kişinin ölmeyi hak ettiği ve öfkeli kalabalık olarak
kendilerinin aslında haklı olduğu konusunda asla yanılmadılar. Bir yandan da
şanslıydılar; diğer tarafta hiçbir zaman öfkeli bir kalabalık olmadı.
Ne hikmetse beğenmediğimiz 90’ları düşünüyorum da; şiddet haberleri, sayısı bir elin parmaklarını
geçmeyen televizyon kanallarında aynı anda yayınlanırken korkuya kapılıyor,
sarsılıyorduk. Senede 1-2 defa böyle dehşetler yaşıyor ve yılıyorduk şiddetten;
bu şiddetin içimize işlemesinden, yayılmasından, yanımızdaki mahalleye
sıçramasından endişe ediyorduk. Haftalarca gündemimizin başköşesine oturtuyor,
bir daha olmamasını sağlayacak çözümler üzerine siyasi beyin fırtınaları
estiriyorduk.
“Nerde
bu devlet?”
Hâlbuki devlet hep oradaydı.
Şiddet siyasi bir şeydi. Ayrılıkçı terör örgütlerinin,
onlara karşı savaşan başka terör örgütlerinin, İslamcı terör örgütlerinin,
solcuların, sağcıların ve sairin oyuncağıydı şiddet. Şekli değişir, konusu
değişmezdi. Bazen infilak eden bir araba, bazen birinin başının bir yanından
girip diğer yanından çıkan bir kurşun, bazen sopalı bir saldırıydı ama şiddetin
emeli hep siyasiydi. Onun dışında insanları sindiren mafyavari oluşumlar vardı
ama o da nihayetinde para içindi; yüzyıllardan beri kim ekonomi ile siyaseti birbirinden
ayrı düşünebildi ki?
Şahit olunan her şekliyle şiddet bir alçağın veya bir “galeyana
getirilmiş”in değilse eğer, ancak bir çaresizin işi olabilirdi. Bu sebeple
kadına, çocuğa, güçsüze şiddet gösteren öfkeli kalabalık değil de bir bireyse;
öyle hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edemezdi. Karısına, çocuğuna el
kaldıranın buna haklı bir gerekçe gösteremediği zamanlardı 90’lar. Yapan var
mıydı? Tabii ki, her zaman. Sonucu ise kati bir dışlanmaydı; tanıyan tanımayan
herkes tarafından.
Hep koyuca bir sisin ardında geçen 90’lardan sonraki dönemde şiddet, terörist başının yakalanmasıyla en tepedeki gündem olmaktan çıktı, hatta bir süre sonra geçim derdinin de o kadar gündem olmadığı güzel zamanlarımız bile oldu; halının altında tozları süpürecek yer kalmayana kadar.
Şiddet bir kış günü Kızılay meydanında kıstırılıp üzerlerine su sıkılan işçilerle mi, ellerinde dövizlerle yürüyen doktorların dövülmesiyle mi yoksa çocuğunun notunu beğenmeyen velilerin düşük not veren öğretmenleri tartaklamasıyla mı tekrar başladı bilemiyorum ama bildiğim tek şey terörün mezarından çıkıp ayağa kalkmasıyla da, birkaç ay evvel el sıkışıp dostça karşılıklı ziyaretlerde bulunduğumuz komşularımızın yüzüne savaş çığlıkları atmamızla da aynı zamanlara denk geldiği.
90’lardaki korkularımızın tekrar ortaya çıkmasından endişe
etmeye başladık; kısacası korkmaktan korktuk bir süre. Şiddetin alışılageldik
bir şey olmasıydı bizim korkumuz o zamanlar. Bir şehit haberinde şoka
uğramamak, televizyonda haberini gördüğümüz olaylara bizzat şahit olmak,
kendimizi korumak için bile olsa bir başkasına el kaldırmayı bir çare olarak
görmekti korkumuz. Bundan korkuyorduk çünkü bunların yaşandığı zamanların hikâyeleriyle
büyüdük. Birbiriyle aynı arsada top oynayan arkadaşların birbiriyle kanlı
bıçaklı olduğu, bir o taraftan bir bu taraftan gençlerin darağaçlarında
sallandığı zamanların hikâyeleri.
90’lardan bu yana bu toplum için olumlu anlamda gelişen tek
şey, artık kimsenin “Nerde bu devlet” diye sormayışı.
Çünkü devlet nerde artık hepimiz biliyoruz.