23 Aralık 2011 Cuma

Nicolas Bi Sus Aq Zaten Kafamız Karışık!

*İlgili linkler içerir

Sarkozy'den ilk açıklama gelmiş, gazetede okudum. Demiş ki* "Ben Türk dostlarımızın görüşlerine saygı duyuyorum. Türkiye çok büyük bir ülke, çok büyük bir medeniyet. Onlar da bizim görüşlerimize saygı göstermeliler." İlk önce bir boş boş baktım sayfaya. Yani bu cümleyi söyleyen kişi bir ülkenin başbakanı. Tamam; bizim başbakanımızın söylediği cümlelerin yüzde doksanına bön bön bakıp hiçbir şey anlayamıyoruz çoğu zaman ama ne bileyim, Fransa başbakanı olunca daha bir garip geliyor cümlelerin tutarsızlığı.

Şimdi; bu Ermeni soykırımı denen şeyin doğru ya da yanlış olduğunu bilecek, söyleyecek kişi tabii ki ben değilim çünkü ne ortada doğru düzgün tutarlı belgeler var ne de zaman makinesi. O yüzden sadece düşüncemi söyleyebilirim ve bana bu soykırıma "Var" demek saçma geliyor. Tabii ki işin içinde benim mensubu olduğum milletle ilgili bir suçlamanın iticiliği de var; bunu kimse inkar edemez. Ermeni soykırımını destekler mahiyette fikir beyan edenlerin de yine Türklerin soykırım yapmadığını destekleyen argümanlar hakkındaki düşünceleri tatmin edici olmadığı yönünde. "Ermeni soykırımı olmamıştır" demek de onlara saçma geliyor ve de tabii ki bu soykırımın gerçekleştiği düşüncesini savunan insanlar içerisinde Ermeni kimliği taşıyanların da yaşadığı bir kendi milletlerinin mağdur edilmiş olduğu düşüncesinden ileri gelen öfke var. Fikirler fikirleri kovalıyor, birinin kesin kanıt dediği karşı taraftakinin kesin kanıt dediğiyle çelişiyor ve sonuç olarak bu tartışma bir tartışma olarak kalıyor hep.

Söylenecek şeyler soykırım iddiasının doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgili değil bugün. Söylenecek olan politikanın sadece bizde değil dünyanın her yerinde bombok bir hal aldığı. Şimdi şu lafa bakın ki; Sarkozy bizim insanımızın fikirlerine saygı duyuyor. Yani o kadar saygı duyuyor ki; bizim fikrimizi beyan etmemiz ve Ermeni soykırımı hakkındaki genel fikrimizi söylememiz 1 yıl hapis ve 45bin Euro ile cezalandırılıyor. Onların bu saygısına da bizim saygıyla karşılık vermemiz gerekiyor. Şu söylemin tutarsızlığı ve anlamsızlığı, içinde hem Tayyip'ten hem de Sülü'den bişeyler barındırmıyor mu sizce de?

Özgürlüğü ve özgürlükle ilgili her şeyi kendisiyle ilişkilendiren Fransa'ya yakışmadığından bahsediyoruz ama kimsenin de dediği gibi olmadığı bir dünyadayız; Amerika barış derken petrolü, İsrail güvenlik derken tek bölgesel güç olmayı, İslami yasalarla yönetilen Arap ülkeleri şeriat derken toplumu kontrol altında tutmayı ve israfı kastediyor ve biz de göründüğümüz gibi değiliz ama ne bok yemeye çalıştığımz da belli değil diğer yandan.

Fransa'nın "düşünce özgürlüğüne karşı duran" yeni yasayı bu kadar çabuk ve kararlı biçimde çıkarmasından büyük rahatsızlık duyduk lakin bizim Fransa'ya yakıştıramadığımız bu davranışı kaç yıldır sergilediğimizi bir düşünün. Kaç kişi fikrini beyan etti diye içerde ve kaç kişi de "Ermeni soykırımı vardır*" dediği için yargıda bir araştırın bakalım. Aynı bokun soyuyuz yani. Kaldı ki, kendimizi Fransa'ya karşı savunma biçimimiz de içler acısı: "Siz Cezayir'de*, Cibuti'de neler neler yaptınız, biz onları söylüyor muyuz?". "Siz soykırım yasasını geçirirseniz ben de Ankara'nın göbeğine Cezayir soykırımı anıtı* yaptırmazsam". N'apıyosunuz olum siz? Kabul ediyosunuz olum soykırımı, farkında mısınız? Tipik merkez sağ argümanı; "Siz de yaptınız*, bize laf etmeye hakkınız yok!" Bu söylem Türkiye gibi bir ülkenin içinde işe yarayabilir ve muhalefeti egale etmende yardımcı olabilir ama tutup da bunu uluslararası politikada yapamazsın. Seçim propagandasına benzemiyor bu, 2 çuval kömürle de yanına çekemezsin Fransa'yı.

Durduk yere bir ülke başka bir ülkeyle ilişkilerini niçin bozar? Aslında bunun örneğini yakın zamanda gördük. Seçim propagandası için "Van münit*" deyip ayar verdik İsrail başbakanına. Yalan yok, o sahneyi görünce hepimizin içinin yağları eridi ama tabii ki sonrasında çok da hoş şeyler olmayacağını biliyorduk. Olmadı da. İçerideki dinamiklerle de oynayıp* halkı parça parça böldük* yine aynı amaçla. Yani kendi ülkemizle karşılaştırınca bu da Fransız usulü seçim yatırımı gibi bir şey olarak görünüyor. Biz yapıyoruz, elalem niye yapmasın? Zaten dünya üzerinde son 10-15 yılda düşmanca, ayrımcı söylemlerde bulunup saçma sapan tavırlar sergileyen insanların iktidara gelişine şahit oluyoruz, trend bu yani. Türkiye'de Erdoğan, Fransa'da Sarkozy ve Le Pen, İran'da Ahmedinecad, İtalya'da Berlusconi, Danimarka'da Rasmussen, Hollanda'da Wilders gibi insanların kitleleri etkileyebildiği bu abuk çağın sonu hayırlı bir şekilde bitecek gibi değil. Milletlerin, halkların birbirlerinden ayrıştırılıp düşmanlaştırılması açısından 2. Dünya Savaşının hazırlığının yapıldığı döneme benziyor dünya şu anda; sadece biraz daha modernize hali.

Karşılıklı edepsizliklerle tarihi sorunların çözülmeye çalışıldığı bir binyıla girdik. Son birkaç yılda içerde bokunu çıkardığımız "Özür dileyeceksiniz" inadını da dünyaya biz yaydık gibime geliyor. Kaldı ki bunun bir sonu da yok. Ruslar Çeçenlerden, Japonlar Çinlilerden, Kuzey Koreliler Güneylilerden, Sırplar Boşnaklardan, Fransızlar Cezayirlilerden, Portekizliler Angolalılardan, Hutular Tutsilerden, İngilizler İskoçlardan, İspanyollar Azteklerle Mayalardan ve hatta Haçlılar Müslümanlardan özür dilesin. Dünya böyle çok güzel olurdu aslında ama kazın ayağı öyle değil. Bugün milli duyguları gıdıklayarak belli olmayan bir amaç adına ortaya çıkan bu kutuplaşma; çok da uzak olmayan bir tarihte birbirinden özür bekleyerek tepinen yeni milletler yaratacak. Tarihsel olaylardan politik olarak nemalanmak hiçbir derdine çare olmadı dünyanın ama hala bişeyler umarak devam ediyor bu sistem. Ben de götü başı belli olmayan bir yazının sonuna geldim Zekeriya. Allah sonumuzu hayır etsin.

edit: Yahu çiçek gibi de kadın şu Valerie Boyer ama bir garip yani. Show muhabiri gitmiş bir şeyler soracak kadına, aklı çıkmış kadının. Yahu madem bu kadar tırsıyorsun, ne bok yemeye çıkarttırdın bu yasayı? Napıcaz? Kesicek miyiz yani seni! video*

13 Aralık 2011 Salı

Davuldan Darbuka, Gitardan Ud Yapmak

26 Kasım akşamıydı, hiç unutmuyorum (üzerinden henüz 2-3 hafta geçen şeyleri kolay kolay unutmuyorum), yine Limonlu Bahçe'deydik. Sağolsun arkadaş grubumun tüm elemanları 20li yaşlarda olup 80li yaşların ruhunu taşıdıkları için bir kafeye gidip sobanın dibinde "Aaaah ah, nerde o eski Ramazanlar" kabilinden takıldığından dolayı içim geçmişti yine. Tamam, ekibimizin tamamı pek de hoş olmayan düşüncelere gark olmuş, kötü zamanlar geçirmiş, akşam işten çıkmış falan filan ama o ne lan! Gencecik insanlarız, kafede oturmak niye! Hayır, demiyoruz ki gidelim tepinelim gecenin körüne kadar. Dans mans, ne becerebilirim ne de severim yani. Bak yine asabım bozuldu...

Zar zor bizimkileri çıkardım o huzurevinden lakin yer yön duygularım mıknatısla taciz edilen bir pusulayla benzerlikler gösterdiğinden gidelim dediğim hiçbir yeri bulamadım. Allah'tan Emre vardı da, en azından Baykuş'u bulabildi. Baykuş, yıllar önce ablama korumalık yaptığım dönemlerde mecburen gittiğim sıkış sıkış bir yerdi. Bayıktı açıkçası. Gitmek için orayı seçme nedenimizse kapalı bir mekan olmasına rağmen sigara içilebiliyor olmasıydı, başka bir şey değil yani. "Belki yıllar içerisinde değişmiştir" diye bi deneyelim dedim.

Değişmemiş.

Hala sıkışık (çok da kalabalık olmamasına rağmen) ve loş bir yerdi. Yine de bizim ekibin yüzünde bir tebessüm buldum; silkinip kendilerine geldiler ve sadece ayakta durup bağıra çağıra sohbet ederek üzerlerindeki ölü toprağını attılar bir anda. Çok üzüldüm. Şu halimize bak ya. Kaç yaşındayız lan daha...

Tam karşımızda bir sahne olduğunu farkettim Emre önümden çekilince; deve gibi herif, bütün görüş açısını kapatabiliyor insanın. "Oha" dedim; "yoksa, yoksa burda canlı müzik mi var?" Varmış. Baykuş'a artı 1 puan. Sonra sırayla sahneye 4 tane eleman çıktı. Eski çizgi filmlerdeki Alman yerlileri gibi giyinmişler öyle kafalarındaki şapkalarda bi tüy eksik (Alman yerlisi ne lan :S). Çok da bir beklentimiz yoktu ki, ekibin içinde bir keman farkettim. Ne güzel şey lan keman. Gitar, bas gitar, davul, keman. Beklentim yükseldi vallahi. Sonra başladılar, çaldılar, çaldılar ve biz de şıkır şıkır oynadık. Evet, bildiğin şıkır şıkır oynadık. Çaldıkları şarkıları da söylüyorum; Killin in the name (Rage Against The Machine), Overload (Sugababes), Billie Jean (İbrahim Tatlıses!) vb. şeyler. Adamlar gayet bildiğin nihavend makamında çalıyor lan. Sahneden indikleri gibi dedim ki "Olum ben bunlarla tanışçam, bişeyler sorucam bunlara". Arkadaşlarım "Yapma" dedi, "Manyak mısın olum ne sorucan" dedi, dinlemedim. Ter içinde, elindeki rakıyla sahneden inen adamın yolunu kestim ve "Seninle konuşabilir miyiz?" dedim. Biraz garip göründüm sanırım o an. Ben de bi değişik hissettim "N'apıyorum lan ben ?!" dedim kendi kendime ama artık iş işten geçmişti. Çok iyiydi lan adamlar.

İsimleri "Besidos". Yaptıkları iş ise bilindik şarkılara folklorik coverlar yapmak. Gayet de güzel olmuş, bir Anadolu düğünündeymiş gibi hissettiriyorlar insana ama Balkan tadı da var, Country var azıcık, ne bileyim işte biraz İspanyol tınısı falan hep karıştırmışlar birbirlerine.

Vokal Hüseyin Köroğlu; Baykuş'un kapısının önünde yakaladım adamcağızı. "Ya abi, çok güzel ya siz nerden çıktınız böyle?" dedim, "Almanya'dan geldik" dedi. Alamancı bir genç (40 yaşında ama genç işte). Taa 80lerin sonlarında lisedeyken kurulan bir grup Besidos. O zamanlar adı Besides'mış. Bir yandan müzik yaparken bir yandan da Alman ARD'de prodüktörlük yapan Hüseyin, Baykuş'tan gelen "Gelin abi bikaç akşam bizde çıkın" teklifini geri çevirememiş. O kadar heyecanlıydı ki adam, sanki MTV'ye çıkıyor. İstanbul'a gelirken gruptaki diğer arkadaşlarına "Bizans'a, Osmanlı'ya, Rumeli'ye gidiyoruz olum!" dediğini anlattı bana. Yani adam bildiğin buralara hayatında 2-3 kez gelmiş, ve bu da onun için müthiş bir tecrübe ve avantajmış (yine onun deyimiyle). Yahu biz her hafta sonu geliyoruz, bizim için müthiş bir çile ve ızdıraptan başka bir şey değil. Sanatçı olmak lazım demek ki. Ya da mazoşist. Bilemiyorum.

Yaptıkları müziği "Etnisite müziği" olarak adlandıran bir grupla karşı karşıyayız. Etnisite kelimesini genelde bizim alehimize gelişen siyasi olaylarda duyduğumdan kulağıma pek hoş gelmedi, ukalalık yapıp "Biraz country, biraz orta doğu, biraz Balkan falan var sizde..." diyecek oldum, Hüseyin verdi ayarı: "O etnisite işte. Zaten folk dediğin dünyanın her yerinde aynı değil mi? Sen göremiyor musun country müziğin ne kadar Arap müziğine benzediğini; Arap müziğinin ne kadar Balkan müziğine benzediğini?" Ezildiğimi hissettim bi an. Adam haklı.

BİR "İSMAİL YK" DEĞİLLER

Yurt dışından gelen bir insanla oturup muhabbet ederken konu illa ki "Abi biz orda nasılız, neler yapıyo bizim gençler, oralarda bize nasıl bakıyolar?"a geliyor. Yani Hüseyin'in dediğine göre biz nasıl bakıyorsak onlar da öyle bakıyormuş: Gayet normal. "Oralarda da işinde gücünde insanlar bizim Türkler. Tabii ki buralara Türklerle ilgili olumsuz olayların haberleri geliyor (son dönemde yaşanan kundaklama, cinayet vakalarından bahsediyorduk da) ama bunlar Türkiye'de de olan şeyler. Aşırılıklar ufak tefek her yerde var" diyerek yüreğime anlayamadığım bir şekilde su serpti. Müzik anlayışındaki farklardan, Türk milletinin tipik özelliklerine kadar geldi konu bir ara ki tek sorumlusu da bendim; geyiğe bir başladım mı taa nerelere çekiyorum, çok gevezeyim. Dedim ki "Kardeş, bak öyle bir şarkıyla bitirdiniz ki, yordu bizi. içimizi geçirdi. Biz böyle şeyi sevmeyiz. Hareketli şarkıyla bitireceksin eğer kendini Türk'e beğendirmek istiyorsan"... Sigarasından bir nefes çekti ve "Çok da s..imdeydi" bakışıyla "Bizde böyle. Her şeyin sizin istediğiniz gibi olması gerekmediği gerçeğine alışacaksınız. Belki o zaman tatminkar olmayı, yetinmeyi öğrenirsiniz. Biz burda sanat yapıyoruz." şeklinde atarlı bir cevap verdi. Alındığımı gördü ki devam etti: "Siz her şeyin istediğiniz gibi olmasını isteyerek beklentinizi yükseltiyorsunuz; bu da tatminsizlik getirir. Alışkanlıklara çok bağlısınız, onlardan kurtulun ve biraz etkileşin." Bunun üzerine ben de daha fazla surat asmadım.

Şimdi ben biriyle röportaj yaparsam (hemmen de röportaj yapıyorum oldu yalnız!) konuyu paraya getirmez miyim? Getirdim tabi. Efendim, bu iş para için yapılmıyormuş. "Avrupa'nın birkaç ülkesine gidip konser verdik ama elimize kazanç olarak bir şey geçmedi. Zaten bu işi para için yapamazsın. Para için yaparsan (çok afedersin) orospu olursun." Çok net oldu.

En son artık adamı öyle bir rehin aldım ki, içeriden görevliler çıkıp beni lafa tutarak Hüseyin'i kurtarmaya çalıştılar. Yani ben de anladım zaten. Elime CD'lerini tutuşturup beni uğurlarlarken Hüseyin de hala elinde rakı bardağıyla dolaşıyordu. Temiz içiyor adam. Ne meze ne yiyecek var lan. Bildiğin kola içer gibi rakı içiyor adam. Helal olsun. Aklınızda bulunsun; en geç mart ayında tekrar gelecekler Baykuş'a. Bu arada internetten sağdan soldan takip edin de geldiklerinde kaçırmayın derim. Hatta diyorum: Kaçırmayın. Aşağıdaki linklerden de bi bakın bakalım, boşuna mı yazmışız bu kadar yazıyı. Sen de bak Zekeriya. Seversin.

Besidos Facebook Sayfası

Besidos.de

15 Kasım 2011 Salı

Mide Spazmı


Strese sahip olduğum ama strese dayalı hastalıklara hiç sahip olamadığım için hep hasta olarak stres atmayı denedim. Yani şöyle ki; stres, fiziksel rahatsızlıklara yol açıyorsa eğer; bedenin bir bildiği vardır, bi faydası dokunuyordur insana o hastalığın. Hastalığın ne faydası olur dememek lazım; ne zaman ki kar yağarken tişörtle sokağa çıkarım, hastalanıp ciğerlerimi perişan ederim, o zaman huzur bulurum arkadaşım ben. Kar yağmıyor işte, problem orada. Neyse ki hayatımda ilk kez strese dayalı bi rahatsızlık edindim. Stresin fiziksel anlamda en çok vurduğu bölgede: Mide. Sıradan yani. Özel hissetmek istiyor insan, zaten stresin nedeni bu değil miydi? Mide hastalığı ne lan. Herkesin midesi hastalanıyor...

Stresin tanımını yapmak istemiyorum şimdi; biliyorum tanım manyağıyım ama gerçekten hiç çekemeyeceğim. İnsanın olmasını istediği ve olmaması için bir neden göremediği şeylerin bir şekilde gerçekleşmemesi olabilir. İlgi manyağıysanız genel anlamda gördüğünüz ilginin yetersizliği sizi sıkıntılara sokabilir. Değiştiremeyeceğiniz, müdahale edemeyeceğiniz durumlar hayatınızı çevrelemiş oloabilir, inisiyatif kullanabileceğiniz alanların dişe dokunur alanlar olmayışı manevi olarak rahatsızlık verebilir. Bunun gibi şeyler işte. Fiziksel rahatsızlığa sahip olmak ise sanki bunların etkilerini azaltabilirmiş gibi geliyor aslında. Şimdi, fiziksel her türlü aktivite, düşünsel olanların yanında yüzeysel ve basit kalır bir insan için (yani, öyle değil mi?). Stresin ortaya çıkardığı fiziksel rahatsızlıklar da, sanki beynin bize "Lan amma düşünüyosun sen de ya, düşünme bu kadar. Dur sana biraz yüzeysel, çözümü basit dertler vereyim de zihnin dağılsın" deyişi gibi. Belki de değildir bilmiyorum.

Okuduğumda beni çok feci şekillere sokacağını bildiğim için okumadığım bir kitabın arka kapağında gözüme çarpmıştı şuna benzer bir söz: "Hastaysan, yaşıyorsun demektir." Hasta olduğumda hep bu aklıma gelir; akşama kadar mal mal şeyleri kendine dert et, yok efendim maçın sonucu nolcak, yok PES'te eline veremedim Gökhan'ın, yok akşam içsek mi acaba falan filan. Hasta olunca başka hiçbir derdi kalmıyor ya insanın hastalığından kurtulmaktan başka, bayıldım işte o lafa ben. Yalnız, yaş ilerleyince de değişebiliyor çocukluğunuzda okuduğunuz yazıların verdiği hissiyat; ve artık o aklınızı boşu boşuna kurcaladığını düşündüğünüz sıkıntılardan biri olmaktan çıkıveriyor yalnız olmak. Yalnız olsanız da, olmasanız da. Sadece sizin kendinizi ne kadar yalnız hissettiğinize göre değişiyor durum.

Evladının hasta oluşu karşısındaki ebeveyn tavrı benimki gibi bir ailede geleneksel değerlerden farklı olduğundan, yıllardır olduğu gibi yine anne ve babadan hasta olduğunu gizleme davranışı sergilemek durumunda kaldım. Bu bile bir farklılık aslında. Bu bile bazı dertleri unutmanızı sağlayabiliyor. Bir süreliğine tabi. Akşam olup da arkadaş yüzü gördüğünüz anlarda da "Hasta mı oldun? Geçmiş olsun. Ee o zaman ne içebileceksen biz de ona göre bişeyler içelim" biçimindeki düşüncelilik de işe yarıyor. Sonra arkadaşlarla takılmaca bitiyor ve eve dönüp yatağa giriyorsunuz. O anda anlıyorsunuz hasta olmanın her s.ke yaramadığını. Anne - babayı üzmemeyi, kızdırmamayı ve dolayısıyla hala bir aileymiş gibi hissetmeyi yaşattı hastalık. Arkadaşlarınız da kendinizi iyi hissetmenizi sağladı, saygı gördüğünüzü hissettirdi. Peki, hani mızmızlanacak, nazlanılacak kişi? Hani o hastalığınız sanki kansermiş gibi davranıp sizi hayatta tutmak için herşeyi yapacakmış gibi davranacak olan? Nerede o sarılmayı her türlü hastalığın tedavisi olarak gören?

İşte bu zaten başlı başına stres nedeni. Stres de fiziksel rahatsızlıklara neden oluyor. Yani bu kısır bir döngü. Yanlış mıyım Zekeriya?

29 Ekim 2011 Cumartesi

Bir Şey Ne İse Odur

Hiç düşündünüz mü bilmiyorum ama ben her şey üzerine pek çok şey düşündüm 27 yıla ancak sığacak çoklukta. Düşünerek pek çok şeye mantıksal benzetmeler ve tecrübelere dayalı örneklemelerle cevaplar bulabildim; deneyen insanların da bulduğuna şahit oldum. Düşünmek, mantıksal bir harekettir ve mantığın temelinde de "Bir şey ne ise odur" görüşü yatar. Mantığın çelişmezliğini destekler mahiyetteki bu özlü söz, artistik bir cümle olmanın ötesinde mantıklı düşünüldüğünde hiçbir şeyin çelişki içerisinde olmaması gerektiği, her şeyin kendi içerisinde sistemli bir anlamsal bütünlüğe sahip olduğu anlamına gelir. Kısacası düşünmek ve düşünceyi -zor da olsa- hislerden soyutlamak; içinde bulunulan durumun ve hatta yeri geldiğinde hayatın neler getirdiğini, getiriyor olduğunu, getireceğini anlamak konusunda en verimli yöntemdir. Aksini iddia edecek olan varsa yöntemini anlatsın, onu deneyelim.

"Bir şey ne ise odur" cümlesi, yukarıda söylenilenler ışığında aslında insanın materyalizme özgü dinamiklerle tam olarak anlatılabilecek derecede somut, düzlemsel bir şekilde yorumlanabileceği anlamını verdiyse; öyle bir şey yok, yanlış anlaşılmışım. Niyetim bilginin kaynağına veya hayatın anlamına yönelen bir yazı yazmak değil; zira bu tür bir kaygım yok, s.kimde değil afedersiniz. Sadece bir insanın sıradan yaşantısında karşılaştığı zorlukları düşünerek anlamlandırabilmesi adına birkaç söz söylemek istiyorum.

"İnsan sosyal bir hayvandır" sözünü "Lan bak bu laf çok güzel oldu, yazsınlar bir kenara" düşüncesiyle motto belirleyen azılı bir o...pu çocuğu olan Aristo, günümüzde sosyalliğin ne hale geldiğini görse acaba hala aynı vakur duruşunu koruyabilir mi diye düşünüyorum bir süredir. Konumuzun özünü oluşturacak argümanın bu olmadığını belirtmekle birlikte, sosyalliğin zamanla biçimsel bir değişikliğe uğradığını ama temelinde sosyalleşmeyle ilgili insanın algısında değişen bir şey olmadığını anlatmaya çalışacağım yüksek müsaadenizle.

Çok sığ bir insanım; insanın toplumla olan ilişkisinden ziyade ikili ilişkilerini ele alır mahiyette yazılar yazıp düşünceler beyan ediyorum. Ne yapayım; ikili ilişkilerden üçlülere, foursome'lara, orgy'lere geçemedim. Profesörler, akademisyenler ne der bilmiyorum ama toplumsal ilişkilerin temeli olarak hep ikili ilişkileri gördüm; ortak yönleri çok olan insan gruplarından ziyade iki karşı cinsin ilişkisini aslında toplumsal hereketlerin "fiziksel güdülerine duygusal anlamlar yükleyen temel taşları" olarak değerlendirdim. Sosyal, ekonomik, politik, etnik, coğrafi, vs. durumu ne olursa olsun insanların birincil motivleri her zaman karşı cinse yönelik düşünceleri ve hisleri olmuştur gibime geliyor. Tabii ki anlatmak istediğim bir x erkeğine karşı tüm dişiler veya bir y dişisine karşı tüm erkekler değil; o kadar minimal düzeyde ki, x erkeği ve y dişisinin ilişkisini değerlendirmeye almak istiyorum.

Efendim; şu bir gerçek ki temelde mantıksal değerlendirme yöntemi olarak erkek ve kadın (dişi çok kaba oldu değiştirdim) birbirinden çok farklı bir konumda bulunuyor. İnsanların hareketlerine, tavırlarına yön veren unsurlar olarak mantık ve duyguyu ele aldığımızda, iki cins için çok farklı sonuçlar çıkıyor. Erkeğin tüm hareketlerine yansıyan kendi içindeki mantıksal sistemlilik erkeğin bir başka erkekle olan ilişkisinde tıkır tıkır ilerlerken, bir kadının takındığı "duygusal - mantıksal sistemsizlik" karşısında; 3 ön libero ve ağır bir forvetle kontraatak futbolu oynamaya çalışan bir takım gibi apışıp kalıyor, bir yere varmıyor. Duygularını dizginlemeyerek ruhsal bir huzura kavuştuktan sonra mantığına sarılmayı bekleyen erkek için neye sarılacağını bilmeyen kadın, her "artık tutarlı bir hareket sergilemeye başlayacakmış" tavrı gösterip de kadınlığını yapmaya devam ettiğinde erkek; cinnetin sınırında cambazlık yapmaya başlıyor. Öncelikle şunu bilmemiz gerekiyor ki, bir kadın için mantıksal bir tutarlılık ve huzur; kadınlığın olmayışı demektir.

Kadın ve erkeğin arasında mantıksal bir tutarsızlıktan bahsettim ama buradan kadının kendi içşinde bir mantığı olmadığı sonucunu çıkaran soysuzlar olabilir. Zinhar yalan. Sokaktan geçen herhangi bir kadın veya erkeğe "İlişkinizde arayacağınız en temel unsur nedir?" sorusunu sorduğunuzda alacağınız unisex yanıt "Güven" olacaktır. Bu sizi kandırabilir. "Güven" kelimesinin kadın ve erkek için farklı yorumlanıyor olabileceğini gözden kaçırabilirsiniz. Güven, erkek için "Kadının tanımlanmış davranışlarının değişkenlik göstermemesi, benzer etkilere benzer tepkileri vermesi, değişkenlik gösteren davranışlarının anlamlandırılabilir olması"dır. Bir kadın içinse güven "Koşulsuz bir şekilde erkeğin, kadınına karşı beslediği bir duygu"dur. Yani, erkek güven konusunda algı yükünü kadınla kendine eşit bir biçimde paylaştıracakken kadın; güven kelimesinin sorumluluğunu sözlük anlamlarıyla birlikte erkeğe yükleyecek ve bunu sorgulamamasını isteyecektir. İçinde bulunduğunuz ilişkileri bir gözden geçirin; bir erkek olarak kaç kez birlikte olduğunuz bir kadının içinde bulunduğunuz bir durumu, yanlış anlamasından korkarak "üzerinde oynamalar yaparak" anlattınız; kadın kaç kez içinde bulunduğu durumu "siz bundan rahatsızlık duyacak olsanız bile" tüm netliğiyle anlatıp bunu anlayışla karşılamak zorunda olduğunuz hissini verdi? Basitçe bir örnek verecek olursak; trilyon yılda bir gördüğünüz bir bayan arkadaşınızla görüştüğünüzü kız arkadaşınıza anlatmak yerine yalan söylediğiniz olmadı mı? Peki, kız arkadaşınız hiç size çok sevdiğini söylediği eski bir erkek arkadaşıyla görüştüğünü - görüşeceğini rahatlıkla söylemedi mi? Verilebilecek en alt seviyedeki örnek bu; daha da geliştirilebilir tabii ki. Bu konuda bilmeniz gereken şu; bir kadının davranışlarını sorguladığınızda size mutlaka bir nedensel yumak gösterecektir ve bunu anlayamayacağınızı da belirtecektir; erkek olmanızdan dolayı. Siz bir kadının eline davranışlarınızı sorgulama fırsatı verdiğinizde kadın bunu size "telafi etmeniz gereken bir hareket" olarak sunacak ve sizi borçlu çıkaracaktır.

Kadınlarla erkeklerin birbirlerinden ayrıldıkları bir diğer nokta da, olayların gelişme ve sonuç bölümlerinin hangisinin daha değerli olduğudur. Erkek, kadınla ilgili bir olayın sonucunu düşünür ve sonuca giden süreç, sonuç için katlanılabilirse sürece her koşulda razı olur; veya sürecin zorluklarını küçümseyip sonucun değerini büyüterek "duygularını mantığına artı bir değer olarak ekler" ve ona göre tavır belirler. Kadın içinse sonuç ne kadar güzel olursa olsun, hiçbir süreç ve hiçbir zorluk o sonuç için katlanılabilir nitelikte değildir; kadın için zorluk kendisinin katlanamayacağı; ancak ve ancak "kendisi için katlanılmak zorunda olan" bir etaptır. Erkeğin ego körükleyen bu davranışı ve her kadının görmek istediği tavırlar, geleneksel bir şekilde kadının göstereceği her olumlu davranışı bir ödül olarak değerlendirmesine, erkeğin de hipnotize olmuş bir şekilde bu ödülü almak için önüne geçilemez bir çaba göstermesine neden olacaktır. İş bu duruma geldiğindeyse ilişki kapitalist bir ilişkiye dönüşecektir; erkek daha fazla çaba gösterdikçe gösterilen çaba kadın için sıradanlaşacak, daha fazlasını bekleyecektir. Erkek ödüle ulaşmak için daha az sorgulayacaktır; kadın ise hiç sorgulanmamasını istecektir.

Kırmızı çizgiler ise kadın - erkek arasındaki bir başka farklılık gösteren konudur. Erkeğin koyduğu kırmızı çizgiler tamamen gösteri amaçlı, esnetilebilir çizgilerdir (ki erkek aslında bu çizgileri esnek birer çizgi olduğundan koymaz) ve karşılıklıdır; kırmızı çizgiyi kendisi için de kadın için de çizer. Kadın ise kırmızı çizgiyi sadece erkek için çizer ve o çizginin yerini her gün değiştirse bile yerini söylemek zorunda hissetmez; erkek içgüdüsel bir biçimde o çizginin yerini bilmelidir. Şöyle ki; şarkılara konu olmuş bir biçimde erkeğin kırmızı çizgileri yalan ve güven üzerinedir. Erkek yılandan korkmaz yalandan korktuğu kadar ama yine de aslında yalanı (veya olmasını istemediği o şey her ne ise) görmezden gelir. Kadın bu konuda farklıdır; bir erkek yalan söylediğinde onu erkek yapan özelliklerinden birini kaybetmiştir ama kadın yalan söylüyorsa mutlaka bir nedeni vardır; ve her zaman olduğu gibi o nedeni anlatsa bile erkek anlamayacaktır. Erkek ise en kalın kırmızı çizgisi olan gururu da silgiyle, yeri geldiğinde daksille silecektir. Yapılan büyük yanlışlar ve haksızlıkları koyu bir Polyannacılıkla haksızlık olarak görmeyecektir bile.

Tespit yapmak, mantıksal bir harekettir ve bir erkeğin bulunduğu konumu değerlendirmesi açısından en güvendiği yoldur. Erkek tespit yaparken hem kendisi, hem de ilişkinin diğer kanadı için tespitlerini yapar. İçinde bulunduğu konumu değerlendirirken destek aldığı nokta "nereyi hedeflediği" değil, "nerede bulunduğu"dur. İkili ilişkilerde beceriksiz bir şekilde hissel yoldan ilerlemeye çalıştığından, mantıklı gördüğü sonuca doğru gitmez; gitmekte olduğu yolu mantıklı bir düzene oturtmaya çalışır. Erkek, ikili bir ilişkide ister istemez olayı "hak-hukuk"a getirir ve verdiği ödüne karşılık aldığı ödünün miktarını değerlendirir. Bunu yaparken daha önce yaşadığı uzun - kısa, ciddi - ciddi olmayan ilişkilere bakmaz; ilişki içerisinde bulunduğu kadını "kadın" olarak değil "o kişi" olarak ele alır. Kadınlar ise erkekleri genellerler; çocuk yaşlarda başlayan, olgunlaşmamış ilişkilerinden arta kalanlar bile yetişkin yaşlarda yaşayacakları ilişkiler için bir modeldir. Karşılarındaki erkekle ilişkilerini karşılaştırırken dönemi, yaşı, kişilik gelişmişliğini ele almak yerine yeri gelir ilişkinin uzunluğu, yeri gelir ilişki yaşanmış kişilerin çokluğuyla tek taraflı bir sidik yarışına girişmeyi tercih ederler. Erkek için ise böyle bir tavırda bulunmak karşı tarafı aşağılamaktır; kadınların aksine erkekler kadınları birbirleriyle karşılaştırmazlar, ayrılmaları gereken kişilere kaba sözler söylemek ise başlı başına kendi gururunun ayaklarına kurşun sıkmaktır erkek için; bulundukları yerden 180 derece terse dönmektir ki bu aslında erkeklere değil kadınlara göre bir tavırdır. Yalnızca yaptıkları tespitleri net bir biçimde açıklamak adına doğru kelimeleri doğru yerde kullanabilirler; o da defalarca ve inatla gururları incitildiğinde. Erkek, içinde blulnulan durumu tanımlayamaz kadına göre. Kadın ikili ilişkideki yetkili tek kişidir: Kadının nasıl hissettiğini anlamak zorundadır erkek, erkeğin nasıl hissetmesi gerektiğini kadın söyleyecektir. Erkek içinde bulunduğu durumu çözümleyebilir hale geldiğinde (yani kabullenebildiğinde) ve içinde bulunduğu durumun ne olduğunu kadına anlattığında kadın da bunu tabii ki düşmanca bir tavır olarak görecektir. Çünkü kadın ve erkek olmanın en temel farklarından biri şudur ki erkek gösterdiği tavrın karşıdan nasıl anlaşılacağını düşünmeye çalışarak davranır; kadınınsa göstermek istediği bir tavır ve bu tavıra karşı almak istediği bir tepki vardır, mantıksal değil keyifsel bir ilişkidedir bu tavır ile tepki.

Geldik en temel soruna; bir kadın, hangi kadın olursa olsun, "bir erkeğin kendisini çeken, o erkeğe has özellikleri" değiştirmeye çalışacaktır. Bu, kadının yeryüzündeki en agresif egoya sahip olmasından ileri gelen bir olaydır. Bir erkeğin elindeki en değerli unsur olarak gördüğü şey her ne ise onu yok etmesini isteyecek ve erkeğin kendisini istediğine kani olacaktır fakat burada karşılıklı bir tuzak söz konusudur; erkek kadının bu çağrısına kulak verdiğinde o kadının ilgisini çeken erkek olmaktan uzaklaşacak, sıradan bir kişi haline gelecektir. Erkek için bu bir gurur sorunudur; çünkü erkeğe göre bir kadın için kişiliği hariç (neredeyse) her şey feda edilebilirdir. Kadın ise kendisi için değişen erkeğe belki biraz saygı duyacak ama kendisine cazip gelen özellikler artık o erkekte mevcut olmadığı için ondan uzaklaşacaktır. Sonuç olarak, "Bir şey ne ise odur". Bir kişi bir diğerini seviyorsa seviyordur, sevmiyorsa sevmiyordur. İşin içinde "ama" varsa, sevgi değil; sevgiyle karıştırılan başka bir his vardır. Bir kadın eğer bir erkeğin belli bir özelliğini değiştirmesini istiyorsa ya o erkeği sevmiyordur, ya da sevdiğini sanıyordur (ki ikisi aynı şey oldu evet).

Kadın ve erkek arasındaki son ve en gözle görülür farka gelince de; erkek "sadece ve sadece emin olduğu konuları, duyguları ve fikirleri kadınla paylaşır" fakat kadın için ise günden güne değişkenlik gösterebilecek şeyler bile "en içten şekilde" karşısındakiyle paylaşılabilecek şeylerdir. Sıklıkla sözledikleri şeylerin hangilerinin bugün olduğu kadar yarın da geçerli olabileceği bilinmeyeceği gibi, kendileri de bilmez. Karşılarındaki insanlardan görmek istedikleri açısından tutucu, kendi söyledikleri değerlendirileceği zaman ise anlayışlılık beklentisindedirler. Kadın için söylediği sözler yeterli olmalı, söyledikleri için ekstra bir çaba sarfetmeleri gerekmemelidir. Örnek verecek olursak; "Seni seviyorum" cümlesini kadınlar sıklıkla kullanır ve erkekler bunun gerçek olduğunu zannederler. Erkekler "Seni seviyorum" cümlesini nadiren kullanır ve kadınlar bu cümlenin gerçeği yansıtmadığını düşünür. Bunun nedeni; kadınların bir şeyi söylemenin yeterli, ekstra bir çaba sarfetmenin gereksiz olduğunu düşünmesidir. Buna karşılık erkekten hem sevgisini göstermesini hem de bunu dile getirmesini beklerler. Diğer taraftan, erkek için sahip olunan duyguyu göstermek önemlidir; erkeğin gösteriyor olduğu duyguyu bir de dile getirmesi zordur. Zaten dile getirmek zor olduğu için göstermeyi seçer.

Velhasıl kelam, akıllı olun. Bir ilişkinin bitmesi gerektiğini kabul edemezseniz; kıçınızın üstüne oturamadığınız aylar boyunca dizlerinizin üzerinde beklediğinizle, geceleri 2 saat uykuyla yetindiğinizle, kurduğunuz hayallerle, gönderilmeyi bekleyen resimlerle, bir insanın aklında kalabilmek için denediğiniz binbir türlü maymunlukla, rahatsızlık vermiş hissinizle, uğradığınız haksızlık ve adaletsizlikle, boğazınıza düğümlenmiş bir özlem duygusuyla, kim uğruna yere serdiğinizi bilmediğiniz gururunuzla ve hiç tanımadığınız insanlara ait fotoğraflarla olduğunuz yerde kalakalırsınız.

2 Ekim 2011 Pazar

Cumartesi Gecesi Şeyi

Bugün dayak yiyebilmek için elimden geldiği kadar uğraştım, sağolsun bir tek Turgay beni ödüllendirdi. O da layıkyla değil yalnız belirtmek gerek. Gündüzleri yaşanan enerji patlamasının, gereği yapılmadığında akşam kendini depresyona bırakacağını bildiğimden; sürekli sataşıp durdum. Günün sonunda tabii ki sonbaharın da gelişiyle iyice kendini belli etmeye başlayan depresif havanın da etkisiyle dört başı mamur bir cumartesi gecesi down sendromu yaşıyorum, ne güzel.

Cumartesi günleri Gebze gerçekten (çok pardon) "Allah'ın sktrettiği yer" tanımına uygun davranıyor. Arkadaş, hiçkimse olmadığı gibi yapacak hiçbir şey de yok! Hani bilseydim, en azından bi otobüse atlar, birkaç kişiyle sohbet eder, son durağa vardığım gibi dönüş yoluna koyulurdum. Arada deneyin, gerçekten faydalı oluyor. Olmayınca da olmuyor yani. 30 yaş bunalımındaki kadınlar gibi alışveriş merkezine gidip gerekli gereksiz (tamam tamam; hepsi gereksiz) her şeye dünyanın parasını bayılıyor, elinizde torbalarla sokak sokak dolaşıp kendinizi yan kesecek birini ararmış gibi davranıyorsunuz. Allah'tan erkek olmanın az da olsa avantajı var böyle durumlarda.

Efendim; bir cumartesi akşamında sizi insanları aramak istediğiniz halde aramaktan alıkoyan, büyük ikramiye kazanmış gibi para harcatan, ihtiyacınız olmayan şeyleri alabilmek için ihtiyaç yaratmak amacıyla düşündüren, sokaklarda aptal aptal dolaştıran, "votka mı içsem bira mı?" diye düşünürken kendinizi bir anda eve dönmüş yatsı namazı kılar halde bulduran şey aslında sahip olmayıp da sahipmişsiniz gibi davrandığınız gururunuz. Yani bir tek insanları aramak isteyip de aramamak nelere neden oluyor. Tabii ki piramitin en tepesinde de insanları aramak isteyişinizin nedeni de şu; yalnızlık. Evet, kabul etmek lazım. Artisliğin lüzumu yok.

İnsanlarla konuşmak, sıkıntılarını dinlemek, onlara rehin kalmak ama rehin kalmış gibi davranmamak işe yarar sıkıntılı cumartesi akşamları; kendinize ait sıkıntıları unutmak ve başkalarınınkiler hakkında ahkam kesmek güzel bir tercih olur. Biraz olsun aklınızdan çıkarmak istediğiniz bazı şeyler mutlaka vardır; yoksa normal hayatında da sürekli burada yazdığım gibi şeylerden bahseden insanlarınbir tane bile arkadaşınız kalmaz lakin kendinize de olsa anlatmak lazım sizi dolduran şeyleri.

Anlatılmamış şeyler insanın içinde kaldıkça, ketumluğun sınırlarını siz belirlerken ve etrafınızdakiler tarafından da ketum olarak tanımlanmayan biriyken nefes almak çok kolay olmuyor. Dertsiz tasasız davranmak rolü bir yerden sonra kolaylaşacağı yerde zorlaşıyor ama bırakamıyorsunuz da; meslek aşkı diyelim. Hiç sahip olunmamış zaman mefhumu bilinçaltınızda çöreklenmişse bir de, duble bir zorluk yaşatıyor; yalnızlığın hatırlanmayan başlangıcının yaklaşık yıldönümünü depresyonlar ve dengesizliklerle kutluyorsunuz sağınıza solunuza bakıp da sallanan kollarınızdan başka hiç kimse göremeyince. Sonra o kişileştirilmiş kollar size yarenlik ediyor yiyeceğiniz yemeği hazırlarlayarak. Televizyona bakarken karnınızın üzerinde onlar birleşiyor yalnızlığınızı paylaşmak için, tek başına romantik - dram tadında film izleme gafletine düştüyseniz zaten yaşlı gözleriniz de baskın elinize doğru kayıp beyninizde "Ne kadar da çekiciymiş..." duygusunu uyandıracaktır. Gerçekçi konuşayım dedim.

Yalnızlığı yerinden etmek için tüm unsurlarını ortadan kaldırmak gerektiğini anlamak aylarca bekleyip tecrübe etmeyi gerektiren bir şey değil aslında, gayet açık. Her insan yalnızlığın kendine ait bir tanımına sahiptir (ve bu tanım o kadar öznel ve anlaşılmazdır kiiii, eeee... hmm. anlayamazsınız işte aq!) ve her farklı bireyde yoğunluğu aynıdır. Yani yalnızım yalnızım diye ağlayan zırlayan her birey için diğerleri aslında ellerindekinin farkında değildir, en yalnız kendisidir. Bu durumu değiştiremezsiniz. Elbette ki insanlar yalnızlıklarını sınıflandırırken yanılmaktadırlar ama bunu kendilerine kendilerinden başka kimse kabul ettiremez, bunun için uğraşmak biraz anlamsız olur. Niçin bunları anlattım bilmiyorum ama anlattım işte niçin olduğunu da siz bulun.

Yazıyı bitiresim var ama nasıl bitireceğim konusunda hiçbir fikrim yok. Bitirme konusunda hiç başarılı değilim. O yüzden bu yazı tüm okumayanlara gelsin.

20 Eylül 2011 Salı

Haz İlkesinin Ötesinde Babaanne ve Okunmuş Pirinç

"Orgazmdan daha zevkli şeyler"den konu açıldığında "Hassktir lan öle şey mi olur" diyen çoğunluğa kafa tutmak isteyenlerin sığındığı ilk liman her zaman "yemek yemek" olmuştur ama buna bir açıklık getirilmez. Şöyle ki, ben enginara bayılırım ama öküz gibi yenmiş bir yemeğin ardından bana enginar getirirseniz bir lokma almam yani. Zevkin asıl doruğu; "çok yorulup çok acıkılmış bir günün sonunda çok sevilen ve uzun zamandır rastlanmayan bir yiyeceğe tesadüfen rastlayıp o anda oracıkta yemek"tir. Böylesi bir zevki size Jenna Jameson yaşatamaz.


Kaldı ki, hayatta tadılabilecek en yüce duygu yemek yemek de değil yani. Benim için alınacak en büyük haz; sabahtan akşama kadar ayakta kaldıktan ve ayaklar ayakkabının içinde terden sırılsıklam olduktan sonra koltuğa serilip ayakların altını kaşımaktır. Yemin ediyorum, öğleden beri bunun hayaliyle ayakta kaldım. Allah'ım bu nasıl bir zevk; şüphesiz ki Sen bakterileri ve mantarı bize birer musibet olarak göndermemişsin. Bu zevki daha sık yaşayabilmek için üleş gibi olmuş ayakkabılarımı hiç yıkamıyorum; orada her ne üremişse yokolmasın, kalsın ki ertesi gün yine aynı tatlılıkta kaşınsın ayak parmaklarımın aralarındaki en ücra köşeler; kanayana kadar kazıyayım oraları, huşu içinde tırmaladığım o pis noktalardan iliklerime yayılsın haz, dalga dalga.

Yüce zevklerin 1. sırasını paylaştırdığım 3 unsurdan sonuncusu da tabii ki "soğuk bir günün ardından sobanın yanında mayıştıktan sonra, oturma odasına en uzak mesafede bulunan odamda buz gibi yatağa girip tir tir titreyek, kıpır kıpır kıprayarak, kımıl kımıl kıvranarak uyumaya çalışmak". Uykum çabuk gelmesin ama ben uyumadan evvel de bu ürperti geçmesin diye dua etmişliğim var lan. Ne yazık ki çağın sağladığı imkanların kısa süre içerisinde bir ihtiyaç, daha da kısa süre içerisinde sıradan bir ayrıntı haline geldiği 21. yüzyılda artık milyonda bir rastlanacak bir zevk bu; belki de hayatımda bir daha hiç tadamayacağım. Atalarımızı keşke dinleseymişiz. Ne demişler; "Çin'in ipeğine, tatlı diline ve kadınlarına kanmayın." Soba yok bir kere artık. Ben belki de soba üzerinde pişen kestanenin tadını hatırlayan son insanlardanım.

Soba üzeri kestanesi gibi yokolmaya yüz tutmuş bir diğer unsur da "Kataraktlı gözleriyle, bir satırını bile görmediği Yasin'i eline almadan okuyamayan babaanneler" maalesef. Yani şimdi bir babaanneye bunu anlatamazsınız; ama görmüyorsun işte be kadın! Ezberden okuyorsun haberin yok! Aynı, sürekli dinlediğin bir şarkıya eşlik edip, müziği duymadığın zamanlarda bir mısrasını bile hatırlamamak gibi. Ve artık bitti işte. Artık o tür bir babanne yok; çünkü katarakt yok anasını satayım! Babaanneler arasında artık "teknolojiye ayak uyduramayarak sempati toplama" devri de bitti. 70 yaşına merdiven dayamış annem, ses kayıt cihazına şarkı söyleyip mp3 formatında kaydediyor; beğenmediğini "Bunu güzel söyleyememişim" deyip çat diye iki saniyede siliyor! Kısa mesaj çekebiliyor, Digiturk salonlarından film satınalabiliyor! Şimdi bakınca daha bir anlıyorum da, bu modernleşme ve teknolojideki ilerleme en çok "klasik babaanne"yi vurmuş. Ben "Terlik ters dönmüş, uğursuzluktur evde kavga çıkar çabuk düzelt şunu" diye telaşla emir veren babaannenin yokolmasına seyirci kalmak istemiyorum Zekeriya!

Yağmur yağdığında "Aha şimdi elektirkler kesilecek" endişesi yaşamayacağımız bir çağdayız artık. Bu da kaybolan değerlerden bir tanesi. Hani lan ocakta köyden gelen tavuğu ütleyen anneler, nineler? Nerde o insanı tavuktan tiksindiren yanık tüy kokusu? Kimin ninesi dedesi televizyondaki pembe dizilere "Bunlar hep gerçek hayattan alınma şeyler" yorumu yapıyor son yıllarda? Kanbe - sama'nın Japon köylüsünün emek bilincini kaybetmesine üzüldüğü gibi siz de sınava hazırlanan insanların okunmuş pirinç yutma alışkanlığını kaybetmesine üzülmüyor musunuz? Özümüzü, benliğimizi, kimliğimizi; babaannemizi kaybettik! Gençler eşid; erkin, ökün! Orgazmdan babaanneye nasıl geldik lan!@?=/

13 Eylül 2011 Salı

İnsanın Dert Dediği

Her sabah saat 7:30. Haldır huldur girişmişsiniz işe; 2 gündür de baygınlık geçirdiğiniz anlar dışında uyuyamamışsınız. İşle ilgili saatler fiziken halter eforu sergileyerek geçerken, geri kalan saatlerin de aynı şekilde geçmesini istiyorsunuz, zira meşgul olmadığınız anlarda aklınızın her köşesine yayılmak için bekleyen bir düşünce silsileniz var. Aklınız başka mevzularla dolsun ki aklıma gelmesin diye uğraşıyorsunuz ama şöyle de bir açmazın içindesiniz; zaten aklınıza girmiş bir kere, inkarlardayız yani sadece.

İş, hiçbir şeyi anlamayan insanlara, anlasalar bile 2 saniye sonra unutacakları şeyleri belletmek üzerine kurulu genelde; silkmede dünya rekoru kırmanız gerekmediği zamanlarda. Aynı anda bir başka iş, atalardan miras kalan: aynı anda dört el, dört kulak ve dört telefona ihtiyaç duyduğunuz. İşinin puştu olmuş hukuçular (üçkağıtçı), iş adamları (sorumsuz), mimarlar (verimsiz), vesaire. Tüm bunlarla kurulan irtibatlardan alınan sonucun bildirilmesi gereken bir baba (memnuniyetsiz). Böyle bir düzende günün sonu bir yük treninin altına kalmaktan farksız olsa da atıyorsunuz kendinizi sokağa, atmak istiyorsunuz. Şöyle etraflıca bir haykırıp "Alayınızın a.q!!!!!!" diye, önünüze gelen ilk kişiye dayılanıp ya bir yerlerlerini kırmak istiyorsunuz veya (aslında daha çok istediğiniz) dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş, destansı bir dayak yemek istiyorsunuz. Yakışmaz tabi. O zaman biriyle paylaşmak, anlatmak lazım içindekini, dökmek lazım ama zaten ketumluğuyla nam salmış, az anlatan ama çok dinleyen kimliğiyle dert babası olmuş, 72.5 milletten pasif agresifin yareni haline gelmiş ve üzerine yapışan rolleri değişmeye karşı koymak, direnmek adına terketmeyen biri için bu da üzerine tıklanamayan, gri bir opsiyon olarak kalıyor. Tabii ki bu düsturu edinmiş olmanın bir amacı var; insanları sıkmamak, insanları sıkan türden bir kişi olmaktan ölüm gibi korkmak. Hele ki bu başınıza gelmişse, iyice içine kaçıyor insan.

İnsanları sıkma, kendinden soğutma korkusu çağın vebası gibi bir şey aq. İnsan karşısındakini sıkmamak adına stratejiler deniyor ki, çok da fena oluyor; stratejiler de karşısındakini sıkmakla sonuçlanabiliyor. Şimdi, yukarıda saydığım, yaşarken beni zaten limon gibi sıkan olayları birine anlatıyorum diyelim. "N'oldu?" deme nezaketini göstermiş olsun olmasın karşıdaki, bir anda bir düşünce saplanmalı beyninize; "Lan dinlicek de nolcak aq?" İnsanın dinlemekten zevk alması demek, illa her boku zevkle dinleyeceği anlamına gelmez. Hali hazırda her şeyi dinlemekten zevk alan birine bile her gün aynı eziyeti çektirirseniz, zevklerini tekrardan gözden geçirmesine neden olabilirsiniz. Bayılma, sıkılma eşiğiniz yüksek olabilir lakin herkesin ki de öyle olacak diye bir durum da yok. Ağzınızı açtığınızda her konuda karşınızdakini boğacağınız bir dönemden geçiyorsanız; sonunuz bir "epic failure" olmadan düşün insanın yakasından ve bu döneminiz geçtiğinde kendisiyle tekrar tatlı tatlı muhabbet edebilme ihtimali yüksekmişçesine umutla yaşayın; sizin için olmasa bile karşınızdaki için hayat kurtarır nitelikte bir hareket olacaktır. Hatta bir bok sürdürmemek adına mangalda kül bırakmayıp, aslında her gün yerle bir ettiğiniz gururunuzu da korumuş gibi hissedip "ehe! ehe!" diye gülebilirsiniz birkaç saniyeliğine.

Sonuç olarak, 1: Kendiniz olmak için ne kadar çok kasarsanız, değişime ne kadar kapalı kalırsanız, o kadar mal olursunuz, zira; su akar, yolunu bulur. Çabayı, hayatın anlamlı olabilecek alanlarında gösterin, insanlarla diyalog çaba göstererek değil, zamanla olan bir şey. Diyaloğun değişmeyen mevcut fiziksel imkanlarıyla derdinizi anlatamayabilirsiniz, tavırlarınız yanlış anlaşılabilir. Diyalog daha yakın, daha fiziksel bir seviyeye gelmemişse, gelememişse ve gelmesi için verilecek kararlar size ait olmayacaksa devam etmeniz size olmasa bile muhatabınıza sıkıntı verecektir. 2: Günlük - dönemlik dertlerden geberip başka şeyler konuşmak için kasmaya çalışmaktan başka yol bulamasanız da, dertlerin içinde Buridan'ın eşşeği gibi kalakalsanız da "Sana anlatmazsam kime anlatayım ki :(((" demeyin. Liseli olmayın. Bi sktirin gidin yani. Bunların anlatılabileceği kimse yok. Bu tür sıkıntılar hayatımıza birilerine anlatalım diye değil, içimizde patlasın diye giren sıkıntılar.

Bir skim anlaşılmayan yazımı buralara kadar okuduysanız sizin de hakikaten yapacak bir işiniz yok ya da benzer dertlerden muzdaripsiniz ve "Acaba bu eleman nasıl idare ediyormuş bir bakayım" mantalitesiyle buralara kadar geldiniz. Evet, bir skim anlamadınız, kabul edin. Ben de anlayamıyorum çoğu zaman. Anlamaya çalışmayın; eğer bu tavsiyeme kulak verirseniz, dediğimi yapıp yaptığımı yapmamış olacaksınız. Hayırlı işler.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Dilenci Sorunsalı

Yaklaşık 2 gün önce, orta yaşlarındaki şişman ve esmer kadın kapıdan içeri girip de "Bir yardım edin, bayram alışverişi yapıcam; param yok. Allah rızası için..." türünden cümleler kurduğunda ben de kafamı gazetedeki "Abramovich Londra'da 90 milyon sterlinlik ev aldı" haberinden kaldırmış kadını izliyordum. Açıkçası hiç de muhtaçmış gibi gelmedi. Kadına bakarken bile aklım haberdeydi; "Ulan adam Sultanbeyli'den sobalı 1+1 daire alacak değil ya, tabii ki Londra'dan 90 milyon sterline ev alacak!" diye geçiriyordum içimden. Hakikaten ama; bunun haber değeri nedir ya? Ya ne olacağıdı? Neyse; ben kadını boş çevirdim. Üzerimde yok falan gibi klasik savuşturma cümleleri var ki bu cümleler kuruldukları kelimelerin oluşturduğu anlamları taşımaz, tamamı "Sana para vermek istemiyorum" anlamındadır; halen işe yarıyor.

Babam kapıdan içeri girdi, ona da dilenciye baktığım gibi duyarsız bakışlarla baktım çünkü bayram şekeri alışverişinde, alışveriş tutarının şekerlerin cinslerine göre dağılımı konulu bir konuşma yapmaya başladı. Ardından kısa süreli bir sessizlik oldu ve babam tekrar konuşmak için ağzını açınca, ben önüme dönüp gazeteye ilgi göstermeye başladım:"Bernie Ecclestone'un kızı Petra, 9.6 milyon dolarlık (16 milyon TL) rüya gibi bir düğünle İtalya'da evlendi." Bak, ulan. Ya... Lan bunu niye haber yapıyorsunuz ki şimdi. Malkoçoğlu düğün salonunda mı yapacaktı o düğünü? He? Adamın parası var milyarlarca dolar, nereye harcayacaktı o parayı? Düğünde nohut pilav mı dağıttıracaktı 16 milyon TL vermeyip de? Aklımdan bunları geçirirken babama çevirdiğim "Hmm, evet evet. Doğru söylüyorsun..." aromalı kısık bakışlarımın hakkını verip adamı bir dinleyesim geldi. O da kendisine yanaşıp "Allah rızası için" para isteyen 80 yaşındaki adamdan bahsediyordu şimdi. Adam işte şaşaalı bir cümle kurmuş, "Allah seni x yolundan ayırmasın" gibi; x'in yerine pek çok şey geliyor dilenciden dilenciye değişebilecek şekilde. Şimdi o konulara girmeyeyim. Neyse işte, adamın belinde bir de ucunda sonda takılı bir torba varmış. Babam da dayanamamış, vermiş parayı. Sonradan hem babamı, hem de dilenciyi tanıyanlar babama o adamın aslında sondayla falan bir işi olmadığını; o sondanın sadece işle ilgili bir aksesuar olduğunu söylemişler. Ve içlerinden bir tanesi de çıkıp "Gel abi paranı geri alalım" dememiş ikisini de tanıyor olmalarına rağmen. Babam bu durum karşısındaki hayretlerini dile getirirken de düşündüm; sevap yapayım derken günaha girdiğim şu dilenci sorunsalı aklıma takıldı. Gerçekten bunu düşündüm, evet.

Random dertleri kafaya takarak geceleri uyuyamama aktivitemin en favori temalarındandır "dilenci sorunsalı". Şöyle oluyor efendim; cebimde eşit miktarda bölecek para varsa (4-5 adet 1 TL, 2-3 adet 5 TL...) o gün gönül rahatlığıyla dilencilere para verebiliyorum. Son bozuk paramı da birine verdikten sonra, itinayla "daha önce geçmiş olduğum sokaklardan geçip yeni dilencilerle karşılaşmamaya" çalışıyorum; o gün para verdiğim dilencilere de kızıyorum tabii eğer bir kez daha "Abi bir ekmek parası Allah rızası için" diye geldiklerinde; ne ekmekmiş arkadaş? Kaçlı bu ekmek? Tabii ki şu ana kadar yazdığım her şey biraz gaddar hissettiriyor kendimi diğer yandan. Yani dilenciye karşı takınılan hoyrat tavır haklı mı yoksa acımasız mıdır? Her para isteyen dilenciye istediğini vermek iyi bir davranış mıdır yoksa angutluk mu? Bir cevap ver Zekeriya!

Bir dilenci para istediğinde dilencinin bıraktığı izlenim önemli. Günün ilk dilencisi eğer gerçekten beynimden yola çıkıp önce kalbime, oradan da cebime uzanan sinirleri harekete geçiriyorsa; günün geri kalan kısmında vicdanımın tam ortasında yer alan adalet reseptörleri açık kalıyor ve dilenci gözünde RayBan gözlük, kolunda Tissot saatle de gelse günün ilk dilencisine verdiğim miktardaki parayı da kendisine gayet içten bir şekilde verebiliyorum. Bir de tam tersi var bu olayın; dilenci siftahını aç gözlü dilenci ile yaparsam "Yok abi/abla, teşekkür ederim" gibi saçma sapan bir cümleyle savuşturuyorum kendisini ve arkasından gelen ilk dilenci gerçekten perişan bir halde olsa bile elim cebime gidemiyor bir türlü!

Dilenci sorunsalını çözmek için olmasa da biraz olsun bastırmak için bulduğum metod, dini argümanlar üzerinden çalışıyor. Şöyle ki; dilenciye sadaka verilir ve sadaka İslam dinine göre "belaları def etmek" için verilir ve Peygamber'in dediğine göre "Suyun ateşi yok etmesi gibi hataları yok eder". Karşınızdaki dilencinin gerçekten muhtaç olduğu hissine kapıldığınızda sadakanızı "Allah'ım sen beni bu adamın/kadının durumuna düşürme" diyerek verdiğinizde vicdanen rahatlayıp, +1 sevap point kazanmanın verdiği sevinçle birlikte kısa süreli bir huzur boost yaşayabiliyorsunuz. Tabii ki bu sevinç, dilencinin sizin yanınızdan 2 adım uzaklaştıktan hemen sonra, bir başkasına da aynı dilenci jargonuyla seslenmesine kadar sürüyor; çünkü aynı dine göre o günkü insani ihtiyaçları karşılayacak miktarda parayı elde ettikten sonra dilenmeye devam etmek yasaklanmış bulunuyor. Bu duruma şahit olduktan sonra da insanın içinden "Allah'ım, sen beni dilenmeyi meslek haline getirecek kadar gururumu ayaklar altına sermekten alıkoy" şeklinde bir dua geçirmesi hem o dilenciden intikam almış gibi hissettiriyor, hem de kendi kendinize karşı enayi durumuna düşmekten kıvrak bir hareketle kurtulmuş oluyorsunuz. Yine de bunun sizin gerçekten bir enayi olmadığınızın kanıtı olup olmadığı da hiç girmemeniz gereken bir tartışma konusu, benden söylemesi.

Mikro seviyede de olsa bir dini yazının daha sonuna geldik. Blogumuzun eksikleri var, Allah rızası için yardımlarınızı esirgemeyin. Bayramınız mübarek olsa keşke.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

İçe Dönük Bir Arayış: Kıl Dönmesi - Part XII

YAZIN İNSANI İSYANA SÜRÜKLEYİŞİ

Bu başlığı ilk geçen yaz atmışım. Yaz günlerinin bende hiç güzel anılar bırakmaması aslında yaz günleriyle alakalı bir durum değil biliyorum ama sonradan sonraya değişik bir kadercilik oluşmaya başladı bende. Kendi kendime hurafeler uydurmaya, dünyevi olaylardan uhrevi sonuçlar çıkarmaya, hatta ve hatta karma inancını kendi inancımla sentezlemeye varan saçmalıklar oluştu bende, yaz günlerinin bana getirdiği olumsuz hatıralardan ötürü.

Her türlü talihsizlik gibi gönül sıkıntıları da hep yaz mevsimine denk geldi. Belki diğer mevsimlerde de olmuştur pek çok şey, belki yaz mevsiminin vermesi gereken o pozitif enerjinin beklentisi nedeniyle yaz aylarında olan talihsizlikler olduğundan büyük gelmiştir, bilemiyorum. Sonuçta belli bir süre dünyada yaşadıktan sonra hangi sıkıntıların gerçekten büyük, hangilerinin aslında çok da kafaya takılmaması gereken sıkıntılar olduğu anlaşılıyor. Düşünüyorum da, bundan 15 yıl önce Gameboy'umu kaybetmem gerçekten aylarca aklımdan çıkmayan bir dert olmuştu. Her gece yatıp sabah kalktığımda içimde bir buruklukla kalkıyordum, çocuk kafası işte. Kaybettiğim o oyuncağı aramayı bırakıp yerine başka bir oyuncak bulunca bir anda sıkıntı olmaktan çıkmıştı (Sega MegaDrive). Yaş ilerledikçe kaybedilen şeyin yerine bir şey koyamayacağını bilmek, kaybedilen şeyin yerinin hep boş kalacağının farkında olmak ve bunun için elden hiçbir şeyin gelmemesi çok zor, ve bir oyuncağı kaybetmekten çok daha acı; bu böyle vallahi.

İnsan (insan olduğumu düşünüyorum) mutlu olmak, huzurlu olmak için yaptığı şeyler gün gelip de aklın almadığı bir keder kaynağına dönüştüğünde ister istemez bir "karma" döngüsüne giriyor. Şahsen ben kendi kendime "Demek ki çok ah almışım, demek ki düşündüğüm kadar iyi bir insan değilmişim" demekten kendimi alamadım. Aslında bu bir yanılgı, bu çok açık. Tamamen kendinizle ve talihle ilgili olaylarda Tanrı'ya bir serzeniş, kadere bir isyanda bulunabilirsiniz, eyvallah. Lakin kadın erkek ilişkilerine, iki insan arasındaki diyaloğa gelince işin rengi değişiyor. Her şeyde bir adalet arar insan; "Yahu bu arabaya dünyanın parasını verdim, daha 1 hafta geçmeden vurdular, iş mi şimdi bu?" ya da "Ulan o kadar çalıştım bu sınava, niçin soruların hepsi çalışmadığım o 5 sayfadan geldi?" gibi sitemkar cümleler kurulabilir olaylar tek taraflı olunca. Bu talihle ilgili. Bir kadın - erkek diyaloğunda ise her şey adalet çerçevesinde olmayabilir. Hatta hiçbir şey adil olmak zorunda değil. Bu adaletsizliğe gelebilirsiniz veya gelemezsiniz ama bilinmesi gereken işin özünde adalet olmadığı. En basitinden, hayatınız boyunca sizin karşılık vermediğiniz kaç kızın/erkeğin sizi akıl almaz biçimde sevdiğini düşünün. "Bu beni çok seviyor, yazık günah; ben de bunu seveyim ayıptır" dediğiniz oldu mu? İşte böyle bir durumla insan bizzat kendi karşılaşınca bir "hak-hukuk" çıkmazına girebiliyor. Bu, insanın kendine olan saygısını yitirmesinden başka da bir işe yaramaz; aklınızda bulunsun.

Yine bir yaz gününün bana getirdiği bu yeni musibetten yola çıkarak yazdıklarımı okumayacak milyonlarca insana acizane mahiyette tavsiyelerde bulunmak istedim. İlk önce, hayal kırıklığı, burukluk, üzüntü, ayrılık anından bahsedeyim. O an insan sinirlenmekle birlikte, kalbi de öyle bir atıyor ki sanıyorsunuz bağımsızlığını ilan etmiş, ağzınızdan çıkıp uçup gidecek. O anda bir durup düşünmesi gerekiyor insanın "Ben kime kızıyorum?" diye; çünkü o anda insanın kızacağı bir kişi varsa o da kendisi. Eğer bunu düşünebilirseniz hem kendi aklınızın sağlığını koruyabiliyor, hem de karşınızdakini üzmemiş ve kırmamış olma yolunda adım atıyorsunuz. Burada bir nokta daha var; ne kadar üzülmüş ve haksızlığa uğramış hissederseniz hissedin; karşınızdakine aynı duyguları yaşatmak için ekstra bir çaba harcamayın. Çünkü yapacağınız bu öfkeli kısas, beklediğiniz o adalet duygusunun sağlıksız bir uzantısı olacaktır sadece. Bu aslında kulağa şövelyelik yapmak gibi gelse de aslında değil, bu seven bir kişinin yapması gereken. Tabii ki uykusuzluk, çarpıntı, sürekli tokluk hissi, dalgınlık, mallık, sokakta gördüğünüz arkadaşınızla ayak üstü laflarken hiç konusu açılmadığı halde gözlerden süzülen yaşlar türünden yan etkileri olacaktır ama böyle olması daha doğrudur.

Belli bir miktarda empati gerekecektir. Düşünün bir kere; mutlu, huzurlu hayaller kurduğunuz kişi aslında sizinle o hayallerde olmak istemiyor ve bunu karşınıza geçip dili döndüğünce anlatıyor. Evet, düşman başına hisler yaratan bir durum ama siz isteseniz de o istemiyor; bir kişi uzun vadede bunu bilerek yaşayabilir mi? Yürütebilir mi? Fizik problemi farzedin; bir tarafta karşısındakinin sevgisini kazanmak için sonsuza kadar çaba gösteren x, diğer tarafta belki de sonsuza dek ilgi görse tatmin olmayacak y. Burada karşınızdaki kişi elbette kendisini düşünerek bir karar veriyor; buna karşılık siz de kendinizi düşünerek doğruru olan kararı vermelisiniz. Yani acınızı hafifletmek için hangi kararı vermeniz gerekiyorsa onu verip arkasında durmalısınız ama fevrice değil. Karşınızdaki söylediğini size nasıl dinletip nasıl kebul ettirmeye çalıştıysa aynı şekilde.

Olayın hazmetme boyutuna da değinmeden olmaz tabi.Birbirleriyle olan bağlarını içlerinden birinin isteğiyle artık koparmak durumunda olanbir ikili var. İş o noktaya gelmeden çok önce aslında ileride ilişkinin ne hal alacağını düşünmek gerekiyor. Kendiniz açısından denmiyorum, insan kendisi açısından neyin nereye varacağını çok ufak bir sapmayla hesaplayabilir zaten ama karşınızdakini çok iyi analiz etmeniz gerek. Kolay bir şey değil tabii ki ama bu analizi ilk yapan kişi, daha az acı çekecek olan kişidir. Doğru veya yanlış da olsa kendi mantığınca olasılıklar düşünüp bitiren veya devam eden kişi, karşısındakine göre daha avantajlı olacaktır. İşin hangi raddesinde bulunduğunuzu iyi bilmeniz gerekiyor öncelikle; hissettiğiniz şey aşksa aslında işiniz çok da zor değil mantığını ön plana çıkarabilen bir insansanız. Hani klasik bir tabir de olsa şu doğru; aşk geçici bir şey. Asıl tehlikeli olan sevgi; bir kişiyi seviyorsanız ve mantığınız da size onu sevdiğiniz için destek veriyorsa, aslında o anda acele edip ne hissettiğinizi, ilişkinizin nereye varmasını istediğinizi beyan etmeniz gerek. Sevginin aksine aşk, bir diğer aşık olunacak kişi gelene kadar yavaş yavaş azalan ve azaldıkça yerini özeleştiriye bırakan bir duygudur. Aşkın nedeni olmadığı için, insan aşık olduğu kişiden uzaklaştıkça onu daha geniş bir açıdan görür ve aslında ilk anda görmesi gereken ama göremediği ve görmüş olsa o kişiyle asla bir arada olamamasına neden olacak yanlışları görür zamanla. Sevginin tehlikesi ise aylayışlılığındadır; sevgi bir nedenle oluşur ve insan karşısındakinin iyi özelliklerini gördükçe kötü olanları sineye çeker. Aşık olan insan kendini sefil bir adanmışlığa sürükleyerek hem kendisi hem de çevresi için itici derecede yabancılaşıp aşık olduğu kişinin kötü özelliklerini de alacak kadar büyük bir bunalım yaşarken; seven insan planlı programlı bir şekilde düşünerek sevdiği insanın dediklerini dikkate alarak kendindeki kötü yanları yok etmeye çalışıp bir yandan da sevdiği insanın zararlı huylarını da törpülemek için uğraşacaktır. Yazılanlar aşkın yan etkilerinden daha kötü gözükmese de sevginin zararı şudur: aşk umutsuzdur ve beklenildiği şekilde sonuçlandığında yaşandığı sğreçtekinden daha fazla hayal kırıklığına uğratmaz. Ama sevgide mantık ve özveri bir arada vardır; insanın sevgisinin boşa çıkması mantığının iflas etmesi anlamına gelir ki bu da kişinin değer yargılarına ve mantığına güvenemez hale gelmesine, hepsini baştan oluşturmaya çalışmasına, hayata yeniden başlıyormuş gibi yorucu ve umutsuz bir sürece girmesine neden olur. Aşık olunan kişi bir gün elbet unutulur, ama sevilen kişi illa ki ileriki dönemlerde tanışılan herkesle karşılaştırılır ve bu karşılaştırmadan galibiyetle çıkması için kişi kendi kafasında her türlü hileyi yapar. Hiç bitmeyecek bir özlem duygusuna sahip olarak yaşar, normalde hiç de hatırlanmayacak konuşmaları çıkaramaz aklından aylarca.

Evet efendim, bir ahkam kesiğinin sonuna daha geldik. Bu yaz Rafet El Roman şarkılarıytla geçeceğe benziyor. Kimse ayrılmasın, herkes buluşsun, herkes ne umuyorsa onunla karşılaşsın dileğiyle. Bir de "hayırlısıyla".