18 Ocak 2012 Çarşamba

Vefa'dan Kurtuluş

Kışa senelerce kişiliksiz dedim, aşağıladım, hor gördüm ve şu an dışarı bakıyorum da haksız değilmişim. Yani sabah kar yağıyordu inceden, sonra güneş açtı ve tutan tüm kar eridi. öğleden sonra bir soğuk oldu ki kapıdan kolumu uzatamadım. Şimdi tipi var. 10 dakika önce yoktu. 5 dakika sonra da olacağını sanmıyorum. Şimdi bu kış kişiliksiz diyorum bu nedenlerden dolayı; ama kendime benzetiyorum artık ben kışı. Yani sadece gün içerisinde bile bir tipi oluyorum, bir güneş açıyorum falan. O yüzden ya kış kişiliksiz değil, ya da ben... Yok, kış kişiliksiz değil.



Yıllaaar yıllar önce derdim ki öyle kendi kendime "Lan ne kadar sabırlıyım, kimse beni kızdıramıyor; lan ne kadar genişmiş içim, atıyorum atıyorum dolmuyor, vs vs"... Meğerse insan o özellikleri kaybedebiliyormuş. Meğerse akıllı davranıp, ileriyi görüp bu özellikleri idareli kullanmayı öğrenmeliymiş. Yine de tam anlamıyla kaybedilen bir şey yok tabi ama eskisi kadar rahat olamıyor insan. Yeni oluşmakta olan kendinizi tanımaya çalışırken, giden özeliklerinizin de paçasına yapışıyorsunuz ister istemez. Bakmanız gereken iki yön var; aynı anda her şeyi idare edemiyorsunuz. Doğuştan gelen bir alışkanlıksa eğer her şey mükemmel olmalı isteği; paçasını bırakmak çok zor. Katlanmak kolay; sizden başka katlanan olmadığını yıllar boyunca kabullenememek çok zor. Sabretmek kolay; sabrı bu kadar kolay yaşadığınız için sürekli sabrınızın sınanması çok zor. Patlayacak gibi oluyorum yaw!

Siz kendinizi ne kadar iyi olmaya zorlarsanız; etrafınızdaki insanları da o kadar kötü olmaya zorlamış oluyorsunuz ve böylece aslında siz de iyi biri olmamış oluyorsunuz. Çevrenizdeki herkese yetecek kadar sabrınız varsa, ve siz de bu sabrı onlar adına da kullanırsanız; onlar yine sabrı bir seçenek olarak görmemeye devam edecektir. Bunun nedeni; sabır gösterilmesi gereken durumlarda insanların kendi sabırlarını göstermesi gerekliliği. Umutsuzluk içerisindeki, sıkıntı içerisindeki birine ara sıra yapmacık bir "geçer yea" demek yerine sabretmesine yardımcı, sıkıntısına ortak olursanız; o kişiyi daha sonraki problemlerinde size veya sizin gibi birine muhtaç bırakmış olursunuz. Çünkü bir kişinin sıkıntılarına asla ortak olamazsınız; sıkıntısına ortak olduğunuz kişi sıkıntısını size yıkar bir şekilde. Sorumluluğu sizin kucağınıza bırakır mutlaka. Siz bu sorumluluğu almazsanız eğer, büyük olasılıkla kötü adam olursunuz. Sorumluluğu aldığınızda olduğunuz kişi ise en iyi ihtimalle aptal adam dır ki, beceriksiz veya güvenilmeyen adam olma ihtimalleri, aptal adam olma ihtimalinden daha can sıkıcıdır.

İnsanların kucağınıza bıraktığı sorumlulukları sizin yerine getirmeniz imkansız değil; ilahi tesadüflere ve iyiliğin iyilik getireceğine inanan bir kişiyseniz. Şu acıya katlanmanız gerekiyor sadece: İnsanlar sadece somut borçları öderler. Vefa borcuna inanmazlar. Sizin yaptığınız bir güzelliğe, iyiliğe karşılık veriyorlarsa, sizi seviyorlardır. Vefa değil, sevgidir o. Herkesin dilinde dolanan "Vefa İstanbul'da bir semtmiş" saçmalığı (ki aslında saçmalık değil; sadece banal bir kalıp) insanların kendilerine vefasızlık yapıldığında sıkça kullandıkları, başkaları tarafından kendilerine hitaben söylendiğinde söyleyen kişiye düşmanca tavırlar sergiledikleri bir sözdür. Halbuki Vefa, İstanbul'da bir semt adı bile değil. Vefa mı kaldı aq? Aynı Kurtuluş gibi bir cadde işte. Sadece biraz büyük, o kadar. Kurtuluş da İstanbul'da bir semt adı sadece, öyle düşünün. Kurtuluş mu kaldı; neyden, nasıl kurtuluyoruz aq?

Yıllar içerisinde güvendiğiniz özellikleriniz sizi yavaş yavaş terk edip yerini alışmak zorunda olacağınız özelliklere bırakacak. Siz de bunda direneceksiniz. Azıcık ilerisini düşünüyorum da, sanırım abi, abla, amca, teyze dediğimiz insanların olgunluğuna ulaştığımız zaman olacak bunlara alıştığımız an. Sizi tamamiyle bırakmayan özelliklerinizse, yeni kazandığınız özelliklerle kaynaşıp oturmuş kişiliğinizi oluşturacak. Aslında bu çoook uzun bir süreç. Yani ekmeğe gugu dediğiniz zamandan ölene kadar devam etmesi muhtemel ama tabii ki yolu yarıladığınızda da geriye bakıp etkileri kronolojik bir şekilde görebilirsiniz. Ben görebiliyorum en azından. O gözle bakıyorum yani. O geriye baktığınız anda da o özelliklere imrenmeyi bırakıp, elinizdekileri en etkili şekilde kullanmak için neler yapmanız gerektiğini düşüneceksiniz belki de. Öyle umuyorum ben. İnsanın kendi iyiliğini düşünmeye başlaması ne kadar erken olursa o kadar iyi olacaktır çünkü. Şu an bana soran olursa (sanmıyorum) benim için bayaa geç; ama ben ilahi tesadüflere ve iyiliğin iyilik getireceğine, ucundanda olsa karmaya inanan biriyim.

Aha kar durmuş.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Yıldönümü

"-Hadi kalk artık! Saat kaç oldu hadi kalk! Tembellik yapacak günü buldun sen de!"
- Ya uyuyayım biraz daha ya. Bi 15 dakika daha uyuyayımpf...
- Saçmalama! Kalk hadi!"

Her tarafı kırış kırış olmuş pijamalarıyla, yastığa ve yorgana sarılmış, iki kişilik yatağın tamamına yayılmış, kaçınılmaz bir bel ve boyun tutulması bekleyen adam; hemen başında da beyaz fiyonk desenleriyle kaplı koyu mavi elbisesinin üzerini ince ve beyaz bir hırkayla kapatmış, yüzündeki zorlayıcı ifadenin örtemediği uykulu bakışlar ve ayağında ilk kez kutusundan çıkmış topuklu ayakkabılarla şıkır şıkır bir kadın.

"-Tamam. Açıyorum perdeleri."
- Açma ya!
- Kalk o zaman!
- ... Saat kaç?
- 7 buçuk!
- Oha!"

Öyle şaşırtıcı bir hızla kalktı ki yataktan, yüzündeki o uyku hali ve şişkinlik öyle hızlı yokoldu ki; sanki hemen karşısındaki kadındı hala yatakta olan, bir saat önce kalkıp hazırlanan da kendisiydi.

"-10 dakikada hazırlan, yoksa alır arabayı giderim bak geç kalacağım senin yüzünden!"
- 3 dakika! Hem daha dünya kadar zaman var yetiştiririm ben seni.
- Yemin ederim kronometre tutuyorum! Dokuz dakika kırkbeş saniye!"

Okumaya başladığında gösterge 9:49'daydı, pek çok insan gibi o da kuracağı cümlenin süresini hesaplayarak söyledi zamanı. Halbuki cümle bittiğinde dokuz dakika kırkaltı saniye vardı verdiği zamanın dolmasına. Üzerinde engel olamadığı bir telaş vardı; yılbaşı cumaya denk geldiği için bir gün fazladan tatil yapmıştı alt tarafı ama sanki bir yıldır tatil yapıyormuş da öğrencilerini bıraktığı gibi bulamayacakmış gibi gergindi. Hafta sonu tatili dışındaki her tatilde olduğu gibi; öğretmen olduktan sonra edindi bu huyu. Telaşının arayıp da bulamadığı nedenini düşünürken kızının nerde olduğunu merak etti bir anda. Kızının odasına giderken kronometreye kaydı gözü:

"-Hani 3 dakikaydı! Altı otuzbeş kald...
- Hazırız biz."
Kapıdan girer girmez bol pembeli okul çantasının fermuarını kapatırken buldu babayla kızı. Adam, hep yalancı ve adi olarak nitelendirdiği kış güneşi camdan içeri girip yüzüne vururken herkesin alışık olduğu üzere "ne sandıydın heh heh" gözleriyle bakıyordu kadının yüzüne. Kadınsa yüzündeki gergin ifadeyi bir an için kaybetti o bakış karşısında. Adamın amacı da buydu zaten: Kazandığı anlamsız zaferin etkilerini kadınının yüzünde görmek.

"-Annene git yavrum, annen morardı biraz."
Bir anda geri geldi o sert ifade ama zorla orda durduğu belliydi o ifadenin.

"-Bak her şeyi aldın mı? Dünden birkaç tapu hazırlamıştın masanın üzerinde duruyordu. Koydun mu çantana?
- Ya ben koydum koydum sen kendi işine bak.
- Bak yine bir şey unutacaksın, bir kere de şu evden çıktıktan sonra tekrar geri dönmek zorunda kalma diye söylüyorum!
- Kızım, baban çok gerizekalı değil mi? Aptal değil mi baban hep aynı böyle...
- Hayır baba aptal değilsin ama sen!
- Öf! Sabah sabah duygu sömürüsü yapma bana kızım üzerinden! Uyma şuna kızım! Uyma babana!
- Yok kızım ben gerizekalıyım. Senin baban da böyle, napalım.
- Ben gidiyorum. Gel kızım."

Her zaman olan bir durum değildi kadının gergin oluşu. Kaldı ki bu da sinirli bir gerginlik değildi zaten, telaştı bir şekilde. Küçük kızın evin kapısından çıkar çıkmaz ilk yaptığı iş koşarak asansörün düğmesine basmak oldu. Mantosunu giymeye çalışan kadın da tabii ki telaşla izledi kızının asansöre doğru saçma koşuşunu; düşeceği korkusuyla. Adamın aklına takılan da niçin çocukların asansör düğmeleri, televizyon kumandaları, cep telefonu tuşları gibi şeylere saplantılı olduğuydu; kapıyı kilitlerken.

-"Eee? Çantan nerde? İçeride unuttun değil mi?"

Adamın o gün yüzünün asıldığı ilk andı. Derin bir soludu; az önce kazandığı zaferi kendi elleriyle geri teslim etmişti. "Ben dedim"ler kovalıyordu kendisini evden içeri girerken. Çocuk odasındaydı çanta, alıp geldiğinde bu kez o muzaffer ifade kadının yüzündeydi.

"-Tamam he tamam evet akşama kadar konuş şimdi."
Kadının böyle durumlarda kikirdemek gibi bir huyu vardı. Arkasından da hep bu gelirdi:
"-Şapşal!
- Annen bana şapşal dedi."

Kendi yaşıtlarından daha olgun olmayan küçük kız, anne ve babası yaşça kendinden küçük davrandığı için hep onlara olgun biri olacakmış gibi gelirdi; yine o fikri destekleyen bir cevap verdi babasına:

"- Sen ona uyma baba. Şapşal değilsin sen. Anne, şapşal ne demek?
- Bak bu demek yavrum. Bak bak, ayynı bu işte."

Ağzı kulaklarına doğru yavaş bir yolculuğa çıkarken, adamı işaret etti; telaştan giymekte başarılı olamadığı mantosunu taşıdığı eliyle. Asansörden çıkıp binanın önüne gelene kadarki süre küçük kızın anlattığı ama hiçkimsenin dinlemediği hikayelerle geçti. Adam da bu arada ceplerini kontrol ediyordu.

"-Boşuna arama, anahtar bende.
- ... E ver o zaman.
- Hayır, ben kullanacağım.
- Ya nerden çıkıyor şimdi sabah sabah böyle şeyler ya!"

Nedense adama hep gurur kırıcı gelirdi kadının kullanması arabayı. Bunun saçma olduğunun farkındaydı ama saçma olsa da bunu hissettirmeye, rahatsız olduğunu göstermeye çalışırdı. Başarılı olduğu zamanlar da olurdu tabii ki. Adama gurur kırıcı gelen sadece bu da değildi; yani aslında adam için gurur kırıcı olmayan şeylerin listesi olanlardan çok daha azdı. Yine de bunları kendi kafasında halletmeyi beceriyordu. Bu hissin yanlış olduğunun farkına vardıktan sonra daha kolay olmuştu idare etmek.

"-Heeey, binsenize hadi! 8 oldu saat!"

Kadın kullanırken adam hep sinerdi koltuğuna, kimse görmesin diye. Görünce ne olacaksa. Dedim ya, ezik hissediyordu kendisini. Kadın da nedense çok mutluydu araba kullanırken.

"-Hey Allah'ım ya! Yahu direksiyon başındayken mesajlaşma demedim mi elli kere sana ya! İn ben kullanıcam!
- Ya başlama yine! Gidiyoruz işte ne güzel! Bişey olmaz canım benim bişey olmaz.
- Yahu senle mi alakalı illa bir şey olması? Sağa sola nasıl dikkat edeceksin? Ver o zaman ben yazayım ne yazacaksan.
- Oldu! Deli misin ya!
- Bak, sinir yok, gerginlik yok, yapma; tamam? Kötü bir şey mi söylüyorum? Kötü niyetle mi söylüyorum? Bağırtma beni hadi ver şu telefonu...
- Tamam al.
- Ne yazayım?
- Yaz: Ben kocasıyım. Sabah sabah yine delirttim hanımı direksiyon başındayken. Eğer zamanında gelemezsem Ortaköy'den denize sürmüştür arabayı. Aynen böyle yaz.
- Heey...
- Ne?
- ... Yahu girsene soldan!
- Ya dur ne solu!
- Hah! şimdi oldu işte! Akşama varırız okula!
- Niye giriyoruz sola ya!
- Çevreyoluna girsene! İyice unutmuşsun buraları bir senede ya! Kızım bir saatte gidemeyiz şimdi.
- Haydaaa...
- Çek sağa. Sağa çek in."

Bu kez kolay oldu. Normalde Ne sağa çekmesini isteyecek kadar dişli davranırdı adam, ne de sağa çekerdi kadın. Yol boyunca çok fazla ses çıkmadı; çıkacak ilk sesin bir kavga başlatacağını düşünüyordu ikisi de. Sonuçta kavgayı bitiren adam da olurdu, kadın da ama arka koltuktaki "durum" söz konusuydu; kavga edilmemeliydi.

Ambarlıdere'den sola girdiğinde ağzını açtı adam:

"-Kaçta alayım seni?
- Dördü geçer heralde. Yeni taşındı ya okul, illa ki müdire bir şeyler bulur bizi okulda tutacak.
- Aman yea, boşver zaten bir yıldır sefil oldunuz abuk sabuk binalarda. Birkaç gün de müdür huysuzluk yapsın. Rahatsınız artık işte. Akşama sürprizim var sana.
- Sürpriz? Hayırdır?
- Hayır hayır. Sürpriz işte.
- Ya bırak söyle hadi ne bu şimdi?
- Yahu sürpriz!
- Çocukluk yapma işte söyle Allah Allaaah!
- E sen yapıyorsun çocukluğu! Söylemem. Söylersem öleyim. Boynum kırılsın. Akşama da ölüm haberimi al.
- !!! Manyak mısın sen ya gerizekalı mısın ya! Tövbe tövbe!
- Manyağınım! (ehe ehe)
- Tamam söyleme Allah'ım Yarabbim ya..."

Okulun önüne geldiklerinde saat 8:23'ü gösteriyordu. Kız babasının omzuna bir dokundu arabadan inmeden önce. Kadının üzerindeki telaş daha da artmıştı; geç kaldı. Arabanın kapısını kırmak istiyormuş gibi kapatıp önünden dolaşarak eline yapıştığı kızıyla birlikte okulun kapısına koşmaya başladı. Adam kornaya asılıyordu aynı anda. Birkaç adım daha attıktan sonra farketti kadın. Camı açıp seslendi:

"- Bugün yine boşu boşuna telaşlandın, hiçbir şey korktuğun gibi olmayacak; bu iş gününün diğerlerinden hiçbir farkı olmadığını göreceksin ve 'söylemiştin' diyeceksin! Sakin ol!"

Camı kapattı ve nereye gideceğine, hangi daireyi kime göstereceğine bakmak için çantasını açtı. Çıkardıklarını yerine koymadan hemen önce camın tıklandığını duydu; kadın camı açmasını istiyordu.

"-N'oldu?
- Aç aç sonuna kadar aç."
Kafasını içeri uzatıp bulduğu ilk boşluğa yüzünü gömdü kadın. Yarısı camdan içeri giren kadını bütün okulun gözünün önünde uygunsuz bir şekle sokmamak için hiç hareket etmedi adam, öpücüğe karşılık veremedi ama keyiften de dört köşe olmuştu. O anda kadını camdan içeri çekip, alıp geri götürmek istedi eve. Yapabildiği tek şey yakasına yapışmak oldu öperken. Başını camdan geri çıkardığında, adamın yüzünde yine o zafer ifadesini gördü kadın.

"-Dört buçukta burda ol, eşşek.
- Hadi koş koş şansını zorlama fazla! İyi dersler!"

Okulun kapısından içeri girene kadar bekledikten sonra, yüzündeki aptal gülümsemeyle ayrıldı ordan; Mecidiyeköy'e doğru.

---------------

"-Ya niye bana sormuyorsun ki ya!
- Yahu bir şey demediler işte, ben taa bir hafta öncesinden söylemiştim bizim kız sizde kalsın diye. Büyütülecek bir şey yok rezil falan olmadık!
- Eee, nereye gidiyoruz peki?
- Sürpriz yavrum, sürpriz. Kapat hadi şu gözleri.
- Hayır ya niye kapatıyorum?
- Ya Allah'ın adını verdim bir kez olsun bir dediğime de karşı çıkma ya! Bir kez de bişey istediğimde yap be kadın!
- ...
- Hayret!"

Kadının gözleri kapalıydı ama önce arabanın bir otoparka parkedildiğinin, bir asansöre binildiğinin, ardından bir döner kapıdan geçildiğinin ve sonra yine bir asansöre binildiğinin farkındaydı. Gözlerini açtığında (ki adam nasıl hala kapalı tutabildiğini anlayamamıştı o gözleri)
bir otel odasının kapısında olduklarını gördü.

"-Ne işimiz var burda?
- Ne demek ne işimiz var? Her geceyi evde mi geçireceğiz?
- Yahu n'apıyorsun ya! Ben kalmam burda gidelim.
- Ne gitmesi ya! Ayarlayacağım diye canım çıktı! Gel şuraya!
- Hayır. Gidelim.
- Sırf bana inat diye yapıyorsun şunu. Arada sırada benim de istediğim şeyleri yapabiliriz diye düşündüm.
- ..."

O odadan içeri soğuk bir havayla girildi. Kadının yüzünde bir memnuniyetsizlik, adamınkinde hayal kırıklığı vardı. "Bir sorun daha çıkarırsa -tamam dönelim- diyeceğim" diye söyleniyordu içinden.

"- Manzarası ne güzelmiş buranın."
Bu bir özürdü. Başka türlü bir özür dileme biçimi bilmezdi; tüm kadınlar gibi. Yumuşatmaya çalışıyordu ortamın havasını ama "Ben şu anda ortamı yumuşatıyorum, yoksa hala aynı fikirdeyim: şu yaptığımız çok saçma" vurgusunu ihmal etmiyordu.

"-Evet, Boğaz manzaralı. Tam da senin istediğin gibi."
Kadın dönüp bir baktı adama; yüzü hala küskündü adamın. Yaptığı, uğraştığı şeylerin istediği tepkileri getirmediğinde takındığı küskünlük bu.

"-Nasıl benim istediğim gibi?
- Senin taaa 10 yıl önce istediğin gibi.
- Hatırlamıyorum!
- Hangimiz kadın hangimiz erkek bilemiyorum bazen.
- E söyle işte hatırlat bana!
- Bugün yıldönümü.
- ... Neyin? Daha 6 ay var ne yıldönümü bu.
- Seninle ilk konuşmamızın. 4 Ocak bugün.
- ..."

Böyle durumlarda bir soğukluk kaplardı dışarıdan görünüşünü kadının. Adam içindekinin ne olduğunu hiç bilemezdi. İçi hiç soğuk değildi aslında; ama kendini soğuk göstermeye çalışıyordu hep.

"- 10 yıl önce ilk konuşmamızın yıldönümü. 9,5 yıl önce de benimle bulunmak istediğin yerdeyiz şimdi.
- Hatırladım şimdi... Yedinci katta mıyız?
- Evet."

Kadının 9,5 yıl önce çizdiği resimdeki odayı bulmuştu adam; 10. yılda olduklarını hatırlatmak için. Gitti, boğaz manzarasına sergileyen cama paralel duran yatağa sırtını dayadı yere oturup, ayaklarını uzattı salaş bir şekilde. Kadın da geldi yanına, yukarıdan aşağıya bütün manzarayı gösteren cama baktı, sonra üzerindeki mantoyu çıkarıp dizlerine oturdu adamın; boynuna attı elini.

"- Bizi de böyle çizmiştim.
- ... O zamanlar üçüncü bir köprü yoktu manzarada. O zaman niye yaptırmadın bunu bana da, on yıl sonra böyle yaptırdın?
- Açma o konuyu."

Eskiler gelmişti aklına. O buluşulmayan ama her gün buluşmanın başka bir hayalinin kurulduğu, başka bir resmin çizildiği zaman. Çalmaya başlayan telefonun sesini duymazdan geliyordu adam.

"-...Bir tartışma, bir hesap sorma için değil. Geçti onlar. Ama nasıl ve niçin direndik onu söyle bana.
- ... Telefonu aç.
- Gerçekten mi?
- Peki..."

Kulağına eğildi adamın:

"- Önce telefonu aç."

Cebinden çıkardı telefonu. Ekran bulanık gibiydi, göremiyordu kimin aradığını. Düğmeye basıp kulağına götürdü.

"-Evet!?"

Cevap olarak, tekrar çaldı telefon. Tekrar baktı ekranına, çalıyordu hala. Düğmeye bastı ama açılmadı telefon. Tekrar bastı; aynı.

"- Açsana şunu!
- E açılmıyor?!"

Nedenini bilmediği bir biçimde telaşlandı. Sanki kadın da, telefon da, arayan kişi de duymasını istemiyordu cevabı. Çaldıkça sanki sesi yükseliyordu telefonun. Kadın kalktı, telefona bakıyordu. Telaşlanmıştı.

"- Kıza bir şey mi oldu yoksa?!
- Yahu yok canım onlar değil arayan, onlar olsa bilirim!
- Lütfen, aç artık şunu!"
Elinin altında titreyen bir başka telefon farketti adam o anda. Yüzüne götürdü telefonu; tanımadığı bir numara arıyordu nereden geldiği belli olmayan bir ışık gözlerini kamaştırırken. Kulağına götürdü.

"- Alo?"

"- Abi ....... apartmanı daire 8 için geldiler, 1 saattir bekliyorlar nerdesin? Ne diyeyim?"

Perdeler ardına kadar açıktı yine; gece geç saate kadar uyanık kalınca hep açardı perdeleri. Yalnızlık korkusundan mı yoksa karanlık korkusundan mı bilinmez ama içini rahatlatırdı hep perdelerin açık olması yalnızken.

"- Saat kaç lan?
- Onbir buçuk abi.
- Ben 12 dememiş miydim lan onlara?
- Bilmiyorum abi bir şey söylemediler.
- 12'de orda olacak de.
- E nasıl abi yarım saatte nasıl geleceksin?
- Nasıl geleceksem gelicem amk. 12'de ordayım işte. Çay söyle.
- Tamam."

Bir anda doğruldu yatakta. Yüzüne vuran güneş gözlerini açtırmıyordu. Birkaç saniye alışmasını bekledi gözlerinin, göz kapaklarının arkasında. Camdan dışarı gökyüzüne doğru baktı, güneşi kırmızı bir top olarak görene kadar kıstı gözlerini ve söylendi güneşe; sanki güneş onu rahatsız etmek, gıcık etmek için bu kadar parıldıyormuş gibi kış günü.

"- ...na kodumun güneşi..."

Bir yandan üstünü değiştirirken bir yandan da ağzına attığı ağzının alabileceğinden daha büyük ekmeği çiğnemeye çalışıyordu. Yuttuğunda sırtında bir acı hissetti. Saat 11:34 olmuştu, kalkışının üzerinden 3 dakika geçmişti.

"- Nasıl gideceğim lan ben yarım saatte?"

Çantasını toplaması, dışarı çıkması, arabasının anahtarlarını unuttuğunu farkedip geri dönmesi, tekrar arabaya gelmesi toplamda 4 dakika daha sürdü. Arabayı kullanırken aklı gidip geliyordu; tam anlamıyla uyanamamıştı ama kafasını toplayıp hatırlamaya çalıştığı şey normalden daha hızlı bir şekilde uykusunu atmasını sağlayacak türden zor bir şeydi:

"- Yüzü nasıldı ya... Kokusu nasıldı..."

12:13'te ofise gelebildi.