18 Temmuz 2011 Pazartesi

Sen Çaldır Ben Ararım

Cep telefonu çıkmadan önce nasıl yaşadığımı hatırlayamıyorum. Lise yıllarıydı, hatta belki de orta 3'teydim ilk cep telefonum olduğunda. Böyle takoz gibi bir şey, arabanın tekerinin önüne koysan koyulur yani. Ekranı 3-5 liralık tetrislere benzeyen 5110'du telefonum. Derste sıranın altında çaktırmadan yılan oynardım. Elden ele gezdirilen telefonlar ve "Ulan senin telefonunun yılan rekoru bana ait ne öküzsün lan" şeklindeki baskı unsurları, cep telefonlarının herkeste bulunmadığı dönemlere ait hoş şeylerdi. Sahip olduğunuz cep telefonunun yılan rekorunun size ait olmayışıysa gerçekten büyük bir imaj sorunuydu; aşağılayıcı bir durumdu. Gece yorganın altında yılan talimleri yaparak kendini geliştirmeye çalışan milyonlarca insandan biriydim ben de o zamanlarda.

Aslında ablamdan kalma Ericsson GA-628 ile başlamıştı telefon maceram ama 2 satır ekranı olan, en fazla 10 mesaj kaydetmeye imkan tanıyan o iğrenç, tiksinç telefondan bahsetmek istemedim. İnsanların elektronik aletlerin çıkardığı sorunlara tarih öncesi dönemlerden kalma çözümler üretmeye başlaması, Ericsson'un tomruk büyüklüğündeki telefonlarının külçe altın ağırlığındaki bataryalarının gevşemesiyle ortaya çıktı. Zaten cep için değil sırtta taşımak için üretilmiş olan bu telefonlar, cep telefonu konforunu yaşatmaktan ziyade "ileri teknoloji düşündüğünüz kadar verimli olmayabilir, cep telefonu ancak bu kadar yapılabiliyor; bizce bir kez daha düşünün" fikrini aşılamak için üretilmiş bir anti - teknolojik propaganda ürünü gibiydi. İşte, İskandinav işgüzarlığı; Nokia aldı yürüdü ondan sonra.

Teknoloji ben liseyi bitirince biraz daha ilerledi; kulağımdan çıkarmadığım walkman'in içinde 2 yıldır LinkinPark'ın Hybrid Theory kasedi duruyordu ve ben hala sıkılmamıştım. Mesaj manyağı olduğum bu dönemde karşıma bir telefon çıktı ki Allah Allah Allah... Üzerinde q klavye, ağır mı ağır, takoz mu takoz ama aynı zamanda da mp3 çalar! Hayatımda kullandığım en iyi telefon olan 5510'a işte o zaman sahip oldum. 160 karakterlik mesajı 3 saniyeden daha kısa bir sürede yazıyor, shift tuşunun da yardımıyla Türkçe karakterleri düzgün yazmaya özen gösteriyor ve böylece 30-40 karakterlik mesajları 10-20 kontöre yolluyordum; o zamanlar mesajlarda Türkçe karakter kullanmak ücrete tabiydi. Ama umurumda değildi zira cep telefonuma tam 17 mp3 yükleyebiliyordum! Üstelik 1 şarkıyı telefona atmak en fazla 10 dakika sürüyordu! O dönem de sanırım insanların cep telefonlarından çok fazla şey beklediği çağın başlangıcıydı; sene 2002...

Aradan 1 yıl geçmeden bozdum ben bu 5510'u. Düşürdüm, kırdım, parçaladım, bantladım ama en sonunda perte çıkardım kendisini. Sony ile birleşmişti bu arada Ericsson, şıkır şıkır telefonlar üretiyorlardı ve gerçekten de çok iyi düşünülmüş, hayati önem taşıyan bir özellik yüklenmişti artık piyasadaki tüm telefonlara: Kamera. Hipermetrop - astigmat kalitede fotoğraf çekebilen cep telefonları, bir anda sildi o sadece konuşturan telefonları piyasadan. Sadece kamera değildi o zaman yenilik; artık ekranların tamamı renkli, ve tüm telefonların zil sesleri polifonikti. Ben de aslında kamera için değil de, polifonik melodi için almıştım yeni telefonumu. Allah'ım o ne rezillik, o ne dandiklikti ya! Telefonu kıç cebine koyarsan, ısınıyor ve tuşları basmıyor. Birçok floresan lambanın bulunduğu bir yerde (mesela bir işyeri) birini aramaya çalıştığın zaman sürekli kopuyor arama. Kasası plastikten, tuşları iki günde soyuldu falan ama ben bırakamıyorum telefonu; çünkü her gören "Aa olum ne güzel telefon lan, versene bi bakim azcık" deyip hayran kalıyor telefona! Oradan da anladım ki, cep telefonu artık bir iletişim aracaı olmaktan çıkmış, bir aksesuar, bir imaj ürünü, bir statü göstergesi olmuş...

Cep telefonunun amacından sapması; sosyal ve kültürel bir unsur haline gelmesiyle sadece konuşmak, haberleşmek maksadının da dışında misyonlar yüklenmesine neden oldu 2000'li yılların ortasına doğru. Cep telefonunun hitap ettiği yaş aralığı oldukça geniş olduğundan ve bir anda hayatımıza girip gereklilik haline geldiğinden farklı yaş gruplarının farklı anlayışlar benimsemesi gibi garip bir durumu ortaya çıkardı.Mesela belli yaş grupları ve belli ortamlarda cep telefonu çaldığında bulunulan ortamı görmezden gelip cep telefonuna cevap vermek saygısızlık olarak addedildi. Buna karşılık genç yaşlardakiler ise cep telefonu görüşmesinin yüzyüze görüşmeye göre önceliği olduğu görüşünü benimseyerek; cep telefonu çalmakta olan kişi yüzyüze görüşmeye devam edip telefonu duymazdan gelse bile karşısındakinin izniyle telefonunu açmaya başladı, bu nezaket ve anlayış ise çok kısa bir süre içerisinde bir kalıp haline geldi; eğer biriyle yüzyüze konuşuyorsanız ve telefonunuz çalıyorsa, telefonu açacaksınız. Bir diğer etkisi de, sözleşmelere ve randevulaşmalara oldu cep telefonunun. Şunun farkına varın; cep telefonunun olmadığı dönemlerde insanlar taaa 1 ay öncesinden randevulaşır, ölseler de geberseler de o randevuya gelirlerdi. Cep telefonu ise randevulaşmayı öldürdü; şöyle ki, artık insanlar canları sıkılıp da birilerini görmek istediklerinde telefonla arıyor, aynı güne veya ertesi güne randevulaşıyor. Oldu da sıkıldı, başka bir işi çıktı; hop, hemen telefonla arıyor ve iptal ediyor randevuyu. Yani "Olum ben bu adama nasıl ulaşır da haber veririm gelemeyeceğimi, hay aq yaa..." sıkıntısı cep telefonları ortaya çıktığından beri yok. Böylese aslında bizi sosyalleştirdiğini sandığımız cep telefonunun aslında bizi asosyalleştiriyor da olabileceğini anlamamız gerekiyor. Asosyalleştirdiğine inanmasanız bile, "sosyalleşme anlayışını banalleştirdiğini" kabul etmek gerek. "Optm kib bye" bir veda cümlesi olmamalı...

Sene 2005. Ev telefon çöplüğüne dönüyordu artık; uzun süreli bozukluklardan sonra kendi kendine yeniden çalışmaya karar veren telefonlarımla idare etmekten gına gelmişti ki; Pepsi çekilişinden 6600 kazandım. Tipik Nokia kalitesinde, Nokia sağlamlığında, cüsse olarak da Nokia hayvanoğluhayvanlığında bir telefondu. Hormonlu bir patlıcana benzeyen 6600 da sahip olduğu özelliklerle "Ulan bakarsın yarın bi gün zaman makinesini de bulurlar" dedirten bir telefondu benim için ama Nokia oluşundan mütevellit, hayvani boyutları dışında da bir kusuru olmak zorundaydı mutlaka. Bugün hala kullandığı symbian işletim sistemi o telefonda da vardı; bir menü açayım derken cinnetin eşiğine geliyordunuz, inanılmaz yavaştı. Bir de, bir telefonun en temel özelliği olan konuşturma özelliği, 6600 neredeyse hiiç ses vermediğinden devre dışı kalıyor gibiydi. Karşı tarafın söylediklerini duyamıyor, duyamadığım için de aynı sıkıntıyı karşının da yaşadığını düşünüp ayı gibi bağırıyordum. Aslında iyi de oldu, bu telefon sayesinde bu eblek problemi de aştım, artık kulağımda mp3 çalar varken insanlarla normal ses yüksekliğiyle konuşabiliyorum.

6600 ile tanıştığım bir yenilik de, arayan kişiye göre cep telefonu melodisi atayabilmek oldu; tabii ki cep telefonu melodileri de artık mp3 formatında olabiliyordu. Bu özellik sayesinde artık cep telefonunu kıçımdan çıkarmadan kimi aradığını anlayıp, aramanın cevap vermeye değecek bir arama olup olmadığına karar verebilecektim. Öyle de oldu. Telefonun ekranına bakıp kimin aradığını idrak etmek ile geçen fazladan 2 saniyeyi, telefonu açtıktan sonra görüşmeyi kısa kesmek için uyduracağım bahaneyi düşünmeye harcayabiliyorum ve böylece uydurduğum bahane daha kaliteli, daha inandırıcı oluyor. Bunu karşı taraf tarafından da yapılabileceğini düşündüğünde insan sinirleniyor biraz ama; şu da bir gerçek ki sadece bu tespitten yola çıkarak cep telefonu samimiyeti öldürüyor, insanların daha çok bahane uydurup daha çok yalan söylemesine neden oluyor diyebilirim. Bu güven ve samimiyet eksikliği de cep telefonu hayatımızın her saniyesinde bizimle olduğundan, insan ilişkilerinin tamamına yayılıyor. Bana kalırsa, insanlar karşılarındaki insanların yaptığı her eylemin altında başka bir motiv, bir cinlik, bir puştluk aramaya cep telefonunun yaygınlaşmasından sonra başladı ve bu güvensizlik tüm sanal ortam münasebetlerine de yansıdı derken bir baktık; günlük yaşantımızda da almış yürümüş. Ahanda bir sosyal tespit daha!

6600 çıkıp da herkesin eline oyuncak olduktan sonra Samsung daldı piyasaya. Bir anda öyle bir girdiler ki; tasarım, işlev, yardımcı ürünler... Adamlar bir anda piyasanın ırzına geçti. Ben de bu kez geçerli bir bahanem olmadan telefonumu değiştirmeye karar verdim ve gittim bir E-250 aldım. Başlarda gayet iyiydi. Ulan, telefon olduğu gibi ekran. Tuşlar nerde? Kaydırıyorsun çıkıyor. Daha 3-4 yıllık mevzu olmasına rağmen çok ilkel bir teknoloji gibi geliyor bana; işte bir sorun da burada ortaya çıkıyor. Sürekli yeni bir şeyler ekleniyor telefonlara, faydasına veya ihtiyaca bakılmadan ve "ihtiyaçlara hitap eden ürünler tercih edeceğimize başkalarının bizim için yarattığı ihtiyaçları kabullenerek" başkalarından geri kalmamak adına hızla değişen teknolojiye ayak uydurmaya çalışıyoruz ve ayak uydurduğumuzu zannediyoruz aslında ama sadece para harcayıp yeni oyuncaklar elde ediyoruz olay bu. Bizim bu anlamsız cep telefonu teknolojisi bağımlılığımızdan da en iyi faydalanan Samsung oldu tabii, adamlar piyasaya çok geç girdi ama süper bir analizle girdi: Tüm yan ürünler; kulaklıklar, şarj aletleri, bluetooth aygıtlar... hepsini sadece ve sadece aldığınız cep telefonunun modeline uygun olan Samsung marka cihazlarla kombine edebiliyordunuz. Bu yüzden, her yeni cep telefonu alışınızda yeni bir kulaklık, yeni bir hafıza kartı, yeni bir bilmemneye ihtiyacınız oluyor ve nasıl olsa çok da sorgulamıyor, gidip alıyorsunuz. Samsung kazanıyor. Tüm bu politikayla birlikte bir de ultra derecede dandik olduğundan, Samsung kendisine en kısa sürede ana avrat sövdüren cep telefonu oldu; çünkü o telefon sayesinde ne kadar mal olduğumu anladım.

3G çıktıktan sonra telefonlar da bir değişti arkadaş. Boyları büyüdü, kameralar çılgın oldu, ekranlar televizyon gibi, dokunmatik falan. Tüm telefonlar bir anda ele gelir türden oldu, malzeme kalitesi yükseldi falan filan; artık tek problem işletim sistemi. Yani fiziksel evrimi tamamlandı cep telefonunun şimdilik. Bundan sonra fiziksel anlamda bir yenilik göremeyeceğiz; ancak kökten değişim olabilir; hani artık cep telefonlarının ekranı olmaz da, gözlük olarak veya kol saati olarak taşınır falan o şekilde. Yalnız ilk önce yavaş yavaş başlayan "cep telefonunun kültür üzerine etkileri" zamanla hız da kazanıp bugünkü halini aldı: Cep telefonları artık hem statü göstergesi (basit bir telefonla bir akıllı telefon arasındaki farkı düşünün), hem bir kimlik belgesi (iphone: çılgınım, deli doluyum, eğlenirim - blackberry: işim var gücüm var sabahtan akşama kadar maillere bakmaktan gözlerim şaşı kaldı) hem de bir yaftalama aracı olarak kullanılıyor (cep telefonu ucuz; aq fakiri - iphone almış, görgüsüz tiki - şunu tipine bak elindeki telefonun fiyatına bak Allah'ın malı). Hani biraz daha zorlasalar "-Abi gel Hilmi'ye söyleyelim de dört olsun okey oynayalım / -Mal mısın olum adamda Blackberry Torch var gelmez o" gibi durumlar oluşacak. Artık bu tür özellikleri var cep telefonunun tamam ona engel olamıyoruz; kol saati, kravat iğnesi gibi bir şey oldu ama cep telefonuna evrensel bir adap, bir kod, bir kanun gerekiyor. Ben hala bir cep telefonu görüşmesi için başka bir görüşmeye ara verilmesini çok kırıcı buluyorum. Yok yani, madem önceliği var cep telefonunun, ver numaranı arayayım!

Di mi ama Zekeriya? Ayıp...

1 Temmuz 2011 Cuma

Ahlak Sohbetleri

Ben bu yazma işini bayağı bir salladım. Hani zaten böyle "zamanımı değerli kullanıyorum" ayağına saçma sapan şeyler yazıyorum; boş zamanlarda oyun oynayınca, gezince, uyuyunca suçlu hissediyor insan. Neden bilmiyorum, bu yazma işi, radyo işi, arkadaşlarla buluşup sohbet etme, ahkam kesme, dert babalığı yapma işi kendimi gerçekten işe yarar bir şey yapıyormuşum gibi hissettiriyor. Marksist miyim neyim; ne olursa olsun insan ürettikçe değerleniyormuş gibi bir tavır içerisindeyim de daha bir lokma ekmeğini yemiş değilim ürettiklerimin. Elimin altında internet var halbuki, s.çtığım b.ku gittigidiyor'a koysam illa ki bir alıcısı çıkar. S.çmak 5 dakika. Yaz yaz yaz aylarca, konuş konuş konuş yıllarca; boşluğu avuçluyorsun.

Bir de şu var, öyle bir hale geldim (getirildim, getirildik) ki yaptığım her şeyin parasal bir karşılığı olmak zorunda gibi hissediyorum. Uyurken ne kadar para kaybediyorum mesela? 5 saat uyuyorsam 4 saat uyuyup, kalan bir saatte limon alıp satabilirdim pazarda. Bu ruh halinin oluşmasında daha dün mal gibi sağda solda sürterken bugün ne iş yaptığı belli olmadığı halde ölük ölük para harcayan insanların var oluşu da bir etken diye düşünüyorum. İnsanlar ne iş yapıyor? Aç değilim, açıkta değilim çok şükür ama sadece bir yöne yanaşarak para kazanan insanları kıskanıyorum. İmrenmiyorum da lan, direkt kıskanıyorum. Ölsün onlar, paraları bana kalsın.

İçinde bulunduğumuz yaz günlerinde, çevremdeki insanlar bir bir tatile gidiyor, insan kalmıyor yani. Gerçel insanlarla diyaloğumun sekteye uğrayacağı bu dönemde yine kendimi yazıya vererek tatmin edip, radyo yayını yaparak kendimi bir bok sanmayı düşünüyorum. Yalnız, hayat o kadar sıkıcı ki, bahsedecek bir şey yok! Ulan eleştirdik eleştirdik eleştirdik; bir şeyler garip geliyordu. Şimdi derinine inemeyecek kadar sığ bir kafadayım; alışamamıştık kaç sene geçmesine rağmen İslamileşen iktidara, kağıt üzerinde demokratikleşip pratikte faşistleşen düzene, haksızların haklı olup haklıların ezilmesine ama artık hala aynı şeylerle dolu olsa da gündem, bir şey yazmak gelmiyor insanın içinden! Alıştık lan biz bu saçma sapanlığa. Her yerde bir kavga bir gürültü var ama kavganın gürültünün taraflarının hiçbirinde elle tutulur, savunulacak türden bir argüman yok. Takım tutar gibi, kökeni belirsiz bir gönül bağlılığı ile ilerliyor her şey. Ben de kendi içimde cepheler oluşturup birbiriyle savaştırdığım bir dönemden geçiyorum sanırım.

Yakında Ali Taran ile evlenecek olan Ayşe Özyılmazel'in babası Neco ile birlikte göründükleri bir fotoğraf gördüm dün sabah gazetede. Kendimi "Oha lan, 70 yaşıma geldiğimde 32 yaşındaki kızımın 60 yaşındaki sevgilisi, elini kızımın götünün üzerinde gezdirerek karşıma çıkacak, ve ben de 'La annagoduklarım bi eve girseydik bari bi yatak serseydik la ehe ehe' ifadesinde bir gülüşle bu durumu karşılayacağım ha... A.q. böle işin" diye düşünürken yakaladım (Ahlaki yargılama, ayıplama). Kafamda bir diğer ses "Sana ne aq, sen kim oluyorsun? Aq pis cahil şakirdi, insanlar istediğini yapıp istediği tepkiyi verir sana ne oluyor?" dedi (Yaftalama, sınıflandırma, aşağılama). İlk ses cevap verdi, engel olamadım: "Ne biçim hale geldi ülke; şu rezilliğe, şu ahlaksızlığa bak. Modern olmak, batılı olmak bu mu? Oldu aq, herkes herkesin g.tünü başını ellesin ulu orta" (Alakasız argümanlarla eleştirilen kişileri bir sınıfa oturtarak o sınıfı ahlaki açıdan değerlendirme; subjektif değerlerle sosyal tümevarımda bulunma). Şakirtlikle itham edilen iç sesin, üstü kapalı şekilde ulusalcı - batıcı cephede olduğunu iddia ettiği diğer ses ise "Git İran'da yaşa, Arabistan'da yaşa, orada zaten kimsenin değil kıçını, yüzünü bile göremezsin şeriatçı pislik" şeklinde cevap verdi ("Ya sev ya terket"çi radikal tavır, elindeki doneleri yanlış değerlendirerek karşısındakini olduğundan farklı bir sınıfa sokma, provokasyon, eziklik, kendiyle çelişme, saçmalama). Muhafazakar başlayan iç ses de tonunu iyice sertleştirerek şu şekilde cevap verdi: "Asıl sen defol git Tayland'da yaşa, Hong Kong'da yaşa. Biz %50siyiz bu ülkenin, beğenmiyorsan asıl sen s.ktirol git!" (Baştan sona yanlış ve hastalıklı demokrasi anlayışını; aslında bilinçaltında gizlenen faşizmi haklı çıkaracak biçimde manipüle etme, "Lanet olsun kaybedenlere!" mottosunu benimsemiş Vandal anlayışının beyni ele geçirmesine izin verme, kendi dahil olduğu grubun dışındakilerde kendisine ait olduğunu düşündüğü faziletlerin hiçbirinin olmadığına inanma...). Ben daha fazla dayanamadım bu tartışmaya ve gazeteyi kaldırdım ortalıktan. En son baktığımda, gelenekselci, muhafazakar söylemlerde bulunan bilinçaltı kişimin evinin önünden tanklar geçiyor; özgürlükçü geçinip despotluk yapan diğer kişimi de polis biber gazları ve tazyikli sularla sokaklarda sürüklüyordu.

O değil de Zekeriya, insan kanserli karısından boşanmasının üzerinden 1 ay geçmeden çocuğu yaşında bir kadınla nasıl evlenir oğlum? Ve niçin gündemle alakalı aklıma en çok takılan şey bu?