30 Ocak 2011 Pazar

İçe Dönük Bir Arayış: Kıl Dönmesi - Part X


Alışkanlıklardan bahsedeceğim ama bahsetmek istediğim öyle uyuşturucu, kumar, içki gibi alışkanlıklar değil. Uyuşturucu dışında kalanları zaten ara sıra faydalı bile olabiliyor. Aslında alışkanlığın hangisinin kötü olduğu kişiden kişiye göre değişebilecek bir durum. Çoğu normal insana yarar sağlayacak olumlu alışkanlıklar bazılarına zarar verebiliyor. Ya da bazı alışkanlıklar, sahibi tarafından alışkanlık olarak tanımlanamadığı için iyice bağımlılık haline geliyor. Hah, işte panpa; ben de onlardan bahsediyorum.



Uyumamak mesela. Vaktiyle günlerin ne kadar kısa olduğundan yakınırdım. Topu topu 40-45 yıl adam gibi, farkında olunabilecek bir hayat var ve aq bilimadamları da diyor ki "7-8 saat uyuyun." Oldu aq. Şimdi 8 saat bir günün 3te1i; ayda 10 gün, yılda 4 ay. Bu da demek oluyor ki yaşamın 3te 1i uykuyla geçecek. Kaç yaşında mesela Himmet amca? 60 yaşında diyelim. Çüş! Bu adam 20 yıl uyudu mu? Ulan 20 yılda neler olur be! Neler yapılır! Ama ben mesela günde maksimum 4 saat uyuyorum. Böylece 60 yaşıma geldiğimde (yok öyle bişey) ömrümün sadece 10 yıllık kısmı uykuya gitmiş olacak. Şimdi bu bana çok güzel bir alışkanlık olarak görünüyordu, aslında öyle de. Gelgelelim, bunun da bir yan etkisi var; bünye uykusuzluğa alışıyor ve yatağa yattığınızda uyumanıza kadar geçen süre, uykunuz kadar uzun sürebiliyor. Çözüm? Kendini bütün gün yormak, bitkin düşürmek, yatağa yatınca hiç sağa sola dönemeyecek kadar uykulu olmak.


İnsanın bütün gün bedenini çalıştırması, mizacı da yatkınsa rahatlatıyor insanı. Yani zaten 1 dakika olduğu yerde duramayan biriyim uzunca bir süredir. Aynı yerde 2 saat geçiremiyorum mesela; zaten ayakta bile duramıyorum, sürekli hareket halinde olmam lazım. Beden çalışıyor, zinde olunuyor falan filan. E bunun yan etkisi? Arkadaş, bütün gün ayakta kalınca zinde falan olunmuyor. Her gün bir ucundan diğer ucu taş çatlasa 2 kilometre olan kentte 20 kilometre yol katedince insanda takat kalmıyor. Ama amaç belli; uyuyabilmek: O da olmuyor işte. Sabah sokağa çık saat 10da, öğlen 1e kadar Gebze'yi tavaf et, öğleğin yarım saat veya 1 saat yemek molası, ondan sonra devam. Gece 12ye kadar. Eee? Ulan bunlar da ayak, bunlar da bacak. Uykusuzluktan uyuyamazken bir de ayak ağrısından uyuyamıyorsun bu kez. Ama dediğim gibi; alışkanlık işte, yürümeden duramıyorum artık. Nasıl olacak bilmiyorum. Aha işte daha bu akşam gezeceğim diye Taksim'den Kurtuluş'a yürüdüm ve yürümenin bir olumsuz yan etkisini daha keşfetme imkanı buldum: Travestiler tarafından küfürler eşliğinde kovalanmak. Güzergah da önemli abi.

Sadece fiziksel alışkanlıklar da değil tabi sorun çıkartan. Düşünmek de aslında oldukça kötü bir alışkanlık. Hatta kötü bir alışkanlık olduğu kabul görmüş; Türkiye'nin yarısına yakını hiç düşünmüyor mesela. Onlar yerine de düşünme ihtiyacı duyuyor insan. "Ülke nereye gidiyor'dan" başlayıp "Dünya nereye gidiyor"la sonlanan düşüncelerin beyni s.kmediği akşamlarda bu kez daha mikro boyutlarda konular kafanın içine doluyor: "Ne olacak bu takımın hali" şeklinde de görülebiliyor, "Ya şu oloay şu şekilde gelişirse?" şeklinde de. İşte bir yerden sonra düşünmek de öyle pis, öyle .rospu çocuğu bir alışkanlık haline geliyor ki; kafaya takacak bir şey bulamayacağınızdan tırsarak üstlenecek dert arar hale geliyorsunuz. Zaten o dakikadan sonra tüm manyaklar, tüm pasif-agresifler sizi buluyor. "Ay bana şöyle şöyle yaptı" - "Lan böyle böyle dedim alındı lan" gibi değil mikro, nano beyinlerin ürettiği über minik problemler rüyalara giriyor, uğraş ediniliyor. Bununla kalsa yine iyi, insanın kendisi de kafaya takacak bir sürü şey bulabiliyor yine kendisiyle alakalı. Bağımlılık haline gelen düşünme eylemi, binbir takla atılıp ayarlanan sosyal organizasyonları, randevuları erteletip kafanın içinde çalkalanıp duran düşüncelere vakit ayırmaya, yalnız kalma istencine sürüklüyor zihni. İşte böylece siz de bir pasif-agresif olmuş oluyorsunuz. Hayırlara vesile olur inşaallah.


Şimdi, alkolün, kumarın, uyuşturucunun rehabilitasyonu var bilmemnesi var. Peki bunların çaresi nedir? Sürekli "Bunların hepsi huzursuzluktan, huzur bulamamaktan ileri gelen şeyler" diyen ağzınızı yerim sizin, o apayrı bir şey. Tamam, çare huzur da; nereden alıyoruz o huzuru? Kaç para arkadaşım o? Neyse verelim! Değil mi Zekeriya?

28 Ocak 2011 Cuma

Öküzler Altında 20.000 Buzağı

*: Sizce de hükümet karşıtı öğrenci hareketlerinin yumurta olaylarından sonra artık basında fazla yer almaması biraz manidar değil mi? Yani öğrenci hareketleri bakanlara yumurta atıldıktan, öğrenciler fişlendikten sonra da devam etti ama basında fazla yer bulmuyor artık. Yandaş gibi davransın veya davranmasın; öğrenci hareketlerine karşı gösterdikleri duyarsızlıkla tüm basın şu an hükümet yanlısı görünmüyor mu? Erzurum'da buluşmak ve sıkıntılarını paylaşmak için bir araya gelmeye çalışan öğrencilerin polis zulmü görmeleri basında sizce de gereğinden az yer bulmadı mı?

**: Dünyanın birkaç yerinde kısa aralıklarla derin çukurlar oluşması hiçbirinizin aklına Roland Emmerich filmlerini getirmedi mi? Amerika'dan da uzaylı videoları geliyor zaten birkaç aydır. Geliyorlar mı lan yoksa? Gerçekten piramitleri uzaylılar mı yaptı Daniken'in iddia ettiği gibi? Yoksa onbinlerce işçiyi aynı anda aynı işte çalıştırabilecek kadar gelişti mi inşaat sektörü Eski Mısır'da? Nil'in debisi hakikaten onlarca ton ağırlıkta taşları sallar üzerinde taşıyabilecek kadar yüksek miydi?

***: Nordic metal gruplar nasıl oluyor da en iyi metal müziği yapıyorlar? Yani metal müzik; işçi kesiminin ortaya çıkardığı protest bir ideolojiye sahip rock müziğin uzantısıyken nasıl olup da İskandinavlar tarafından bir anda benimsenip kollara ayrılıyor? Metal müziğin şu anda epic, death, nu, core, trash, epic, vs. çeşitleri var ve neredeyse tümünün çıkış noktası İskandinav şarkıcılar. Nasıl oluyor da en iyi gruplar ve şarkılar Bu bölgeden çıkıyor? Bunun İskandinav ülkelerinin dünyanın en yüksek intihar ortalamasına sahip ülkeleri olmasıyla bir ilgisi var mı? Kısaca metal müzik emekçinin, işçinin müziği mi; yoksa refahından ne halt yiyeceğini şaşıran elit toplumun müziği mi?

****: Melih Gökçek denen adam bir de belediye başkanlığı yapıyor güya; sabahtan akşama kadar twitterda. Danışmanına bırakmasın hesabını diye dua ediyor insan, danışmanı daha da beter! Adam gururu okşansın diye hesap açmış. Acaba belediye başkanlığı o kadar da zor bir iş değil mi? Yani bütün gün bilgisayar başında durarak da belediye başkanlığı yapılabiliyor mu? Yapılabiliyorsa Melih Gökçek'e niye katlanılıyor? Sıradan bir insan geçse belediyenin başına, o da bilgisayar başında yönetemz mi Ankara'yı? Şu anki haliyle Simcity oynamaktan daha zor görünmüyor. İktidar partisine kapağı atmış olmak, bir nevi cheat mode'u aktif hale getirmiş olmak değil mi zaten?


*****: Vaktiyle bilmemkim hocanın tarikatına katılmış babaannemin dediğine göre bir insanın yetişkin olduğu yaş 13'tü. Bundan bahsederdi sürekli. Yani evlenmek için, reşit olmak için gerekli yaş 13'tü. İngilizcede de "ten" (10), "eleven" (11), "twelve" (12)'den sonra sayılara abuk sabuk isimler verilmeyişinin; direkt olarak "thirteen"den (13) devam etmesinin nedeni aynı mı acaba? Yani aslında tüm kültürlerde ergenlik yaşı 13 olarak mı geçiyor? Bu abuk sabuk tarikatların empoze ettiği değerler acaba diğer dinlere inanan toplumların geleneklerinden mi ileri geliyor?

******: Tunus'ta başlayan olayların benzerinin Mısır'da da yaşanması sizce de biraz suni değil mi? Tamam, Tunus'ta yolsukluk diz boyu olmuş, insanlar açlığından kırılmaya başlamış falan ama; Mısır gibi daha bir halkına hakim ülkede sosyal tepkilerin küresel basına yansıyacak denli büyük boyutlara ulaşması biraz anlamsız olmuyor mu bir anda? Siz de sırada başka ülkeler olduğunu; ve bu ülkelerin elinde enerji kaynağı bulunduran ülkelerden biri veya birkaçı olacağını düşünmüyor musunuz?

Kafam çok karışık Zekeriya, ben nasıl uyuyacağım şimdi? Alkol mu alayım, süt mü içeyim, yoksa hiç bi halt yapmayayım mı? Şşt! Lan?!

Uyumuş...

25 Ocak 2011 Salı

İçe Dönük Bir Arayış: Kıl Dönmesi - Part IX

*Ya şimdi çok geleneksel oldu benim için aslında, kendimi tekrar ediyorum; yağmur yağıyor ve ben yine dışarda dolaşmak istiyorum ama o kadar yorgunum ki. Bir şey de yapmadım bugün, hergünküyle aynı şeyler; sabahın köründe kalktım, biraz daha uyumaya çalıştım ama beceremedim. Yatağa yattıktan sonra uyumak benim için 1-2 saat süren bir işkence. Uyku hafifliğinde ise Guinness Rekorlar Kitabına girebilecek derecede hassas biri olduğumdan; sabah saat 7:30da kalktıktan sonra 1 saatlik fazladan uyku için yatakta 2 saat daha geçirmem gerekir ki kalkma saatim neredeyse 10 oluyor bu vesileyle: Böyle bir hayat yok. Saat 10:30da kalkmak, benim yaşımda biri için yılda en fazla 3-4 kez yaşanabilecek bir ayrıcalık. Uyumayı da çok sevmem öyle. İhtiyacını duyuyorum; o ayrı. Yedi düvelle kavga ettim; daha fazlasından kaçtım. İnsanları kırmamak için insanlardan uzaklaştım ve stresle dolu bir günü daha tamamladım Elhamdülillah.

Konuşmayı umduğum insanları bulamadığımda yağmurun dostluğuna sığınmak yıllardır adet edindiğim bir davranış. Bir de koskoca ağaç dallarına inen koskoca damlaların çıkardığı kızgın tavada kaynayan yağ sesi yok mu o yağmurun çıkardığı; insanın aklına takılan tüm o problemlere duymak istediğiniz cevabı veriyor: "Sktiret, düşünme. Ne olacaksa olacak. Bir sigara yak ve sana sunduğum huzurun tadını çıkar." Kendi kendinize özel bir insan olduğunuzu düşündüğünüz günlerde (ki bu düşünce aslında bir ilüzyondur; hiç kimse özel değildir çünkü herkes özeldir) kendinize olan güveni sarsan, sizi muhtaç hissettiren bir anda yağmur yağıyor olması; artık hangi yüce varlığa inanıyorsanız ondan size gelen bir işarettir; bana öyle geliyor en azından. Tanrı inancı da bu ihtiyaçtan ileri gelen bir şeydir zaten; değil mi?

Hayatta en çok korktuğum şey, birini kendimden soğutmak, sıradan hale gelmek ve sıkmaktır. Lanet olsun, bu korku nedeniyle çok insandan uzaklaştım ve "vefasız" damgası yedim. Yine de vazgeçilebilecek bir huy değil bu. İnsan kendine engel olamıyor; korkuyor insan alışılmış biri olmaktan. (30.01.2011 01:40 editi: olmuşum bile) Rutin hale gelmekten; kendini tekrar etmekten. Ve her ne kadar güzel sürprizlerle de karşılaşsa gün içerisinde hatırlanıyor ve sayılıyor olduğuna dair; insanların problemlerine çözüm sunduğu için değil; "o" kişi olduğu için ilgi görüyorsa da, kişi için önemli olan kendi istediklerinin ilgisine mashar olmak oluyor maalesef. Olmadığında da yağmurun kollarına sığınıyor insan; yağmur teselli ediyor.

Bu gün de diğer günlerim gibi zor, sıkıntılı, düşünceli ve hissettiğim gibi görünmediğim bir gündü. Neden bilmiyorum; kendi dertlerimi hep bir yana bıraktım ki insanların dertlerine çözüm bulayım, kendi yaşadıklarımdan yola çıkarak insanlara yol göstereyim; bu bir ego problemi olarak görünüyor olabilir, yapacak bir şey yok. İşte böyle olunca; insan derdine sahip çıktığı onlarca insana karşılık kendini birkaç cümleliğine de olsa dinleyecek birini arıyor günün sonunda. Herkes için dayanılacak bir omuz, sarılınacak bir kol, danışılacak bir akıl olsa da; sadece ve sadece yan yana oturup birşeyler anlatacağı birini arayabiliyor bazen insan. Kendini zorlayıp başkasına kol kanat gerse de, bir kuru muhabbete ihtiyacı olabiliyor. Ve bu muhabbeti istediği kişiyle yapma ayrıcalığına sahip olduğunu düşünebiliyor. İşte böyle anlarda insanın yardımına yağmur ve Camel koşmazsa, kimse koşmuyor.

İnsanın gerçek sevgilisi yağmurdur. Dert ortağı ise Camel'dır. Bunu aklınızda tutun.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Yaş 27; Yolun %67.5'i Eder

Bir araya geldiğimizde kafasını şişirdiğim şişirdiğim insanların artık "He oğlum he" diyerek geçiştirdiği bir söylemim var; 40 yaşına kadar yaşayacağım üzerine. Herkese çok anlamsız geliyor ama evet, ben gerçekten 40 yaşıma kadar yaşayacağım. daha önce de bahsetmiştim burada, şöyle demişim:

"Yıllardan beri ilerde nasıl bi hayatım olacağının hayalini kurarım. Tabii ki çok para (olmayacak değil, olacak, biliyorum), bir sürü boş zaman. Hatta plan bile yapmıştım; dünyanın üç ayrı yerinde üç tane evim olacak. Tıpatıp aynı evler. Krokisini falan çizdim. O evlerin içlerinde de aynı şeyler olacak; aynı duvarda aynı tablo, perdeler aynı, televizyonların markası aynı, hatta ve hatta bahçelerinde aynı cins köpek. Her hafta birinde kalcam evlerin. Akşam içip zurna gibi olduktan sonra sabah uyandığımda etrafıma bakıp diyeceğim ki "Acaba 3 evden hangisindeyim, hangi ülkedeyim şu an?" Hayal işte, ama ne yaparsam yapayım, 40 yaşımdan sonrasını göremedim hiç hayalimde. İşin ilginç yanı, sadece kendimi görüyorum bir de; başka kimse yok. Sürekli "Hacı ben zaten 40 yaşımı göremeyeceğim ki, o yüzden..." kalıplı cümleler kurmamın nedeni budur arkadaşlar. Günde 2 paket sigara, alkol, bi de yalnızlık; değil 40, 30'umu görsem kardayım."

Aslında düşününce hepiniz böyle bir durumdasınız gençler. Böyle saçma sapan hayalleriniz var, belki sağda solda geyik olsun diye anlatıyorsunuz; belki de hiç konusu açılmıyor, anlatamıyorsunuz ama işte böyle hayallerle yaşanıyor. Yukarıda özetlediğim hayal aslında çok da olası bir hayal değil. Şu an beni bu hayale taşıyacak yola giriş olmak bir yana, öyle bir yolun varlığını bile görebilmiş değilim. Hayatı dayanılabilir, katlanılabilir, ertesi günü uyanılabilir kılmak için sarıldığım şey bu benim: 40 yaşıma gelmeden önce yukarıdaki gibi hayallerimden bir tanesini gerçekleştirebileceğime inanıyorum. Nasıl yapılacağını, nasıl olacağını bilmiyorum ama kendiliğinden de olsa olacak yani.

"Vay be, gün gelecek 16 yaşında olacağım!" dediğim günleri hatırlıyorum da, 16 yaşıma geldiğimde bi skim olmamıştı. 27 yaşıma geldim, bakıyorum da o sözü söylediğim güne göre bayaa bişeyler olmuş ama şimdi sorsan hala bi skim olduğu yok. Engel olunamaz bir şekilde aklımı kurcalayan dünya düzeni daha da kötüye gitmiş durumda; yaşadığım ülke doğduğum zamankinden çok daha geride (evet öyle, hangi açılardan geride olduğunu oturup günlerce tartışabilirim), tuttuğum takım bundan 11 yıl öncesinin başarısıyla övünüyor hala ve ben 27 yıldır aynı yerde yaşıyorum. O hayalini kurduğum dünyanın üç güzel köşesindeki 3 güzel ev belki de hiçkimseye nasip olmayacak ben 40 yaşıma gelene kadar; hatta büyük olasılıkla ben 40 yaşıma gelirsem günün birinde (hiç sanmıyorum) dünyanın 3 köşesinde 3 ev yerine, dünyanın herhangi bir yerinde 5 dakikalık bir huzur olacak en büyük hayalim.

Bugünün cumartesi günü olmasından mütevellit bir moral bozukluğu da olabilir bilinçaltımda, bilemiyorum; kısaca şunu farkettim bir kez daha; her yeni yaşa girildiğinde bir hayal daha imkansızlıklar nedeniyle "Hayal Bile Edilemeyecek Şeyler" dosyasına konulup arşive kaldırılıyor. Daha net bir şekilde de 40 yaş takıntımı açıklayayım, bitireceğim:

Sizin, benim, amcanızın, dayı oğlunuzun, tuttuğunuz takımın sol bekinin, Thalia'nın; herkesin hayalleri var. Şahsen benim hayallerim dünyanın her tarafında yaşamış, her yerini görmüş, huzuru bulmuş ve tanıdığı herkese huzur vermiş olmak gün geldiğinde. Bu kolay bir iş değil; enerji ve şevk gerektiren bir hedef. Soruyorum size a aq liselileri; 40'ından sonra kimde kalır bunları yapacak enerji? 40'ımdan sonra yapmak isteyip de yapamadıklarımı düşünüp bi kenarda somurtuk somurtuk domuz gibi oturacağıma; o gün geldiğimde buralarda olmasam daha iyi olmaz mı?

16 Ocak 2011 Pazar

Bura Neyin Arenası?

Galatasaray - Ajax maçındaki protesto gösterileriyle birlikte yine aklıma şu soru takıldı: Tayyip bu kadar oyu kimden aldı abi? Doğuya gider yuhalananır, batıya gelir yuhalanır, köyde protesto, stadda protesto; ee? Yani milletin kendince bir hesabı var, oyunu veriyor Tayyip'e ama sonra yuhalıyor yani. Bana mantıklı gelmedi. Şimdi nereye giderse gitsin Tayyip'i yuhalayanlar para alıyor diyeceğim; o kadar para kimsede yok. Zaten Tayyip'in karşısında duranın hayatı kayıyor; aha işte bitti şimdi Galatasaray; Adnan Polat artık kime yalakalık yaparsa yapsın, kimin genital gölgelerini öperse öpsün dönüşü yok. Tayyip'in gazabı Galatasaray'ın üzerine olacak.

Dün akşam düşüncem Galatasaray - Ajax maçını seyretmek değildi ve seyretmedim de zaten. Bir ara Ali'ye "Lan ikinci yarıyı izlesek mi?" dedim ama sonra ben vazgeçtim. Tekrarından da anladığım kadarıyla ağır çekimde, al gülüm ver gülüm şeklinde geçmiş maç. Ayhan atamamış, Anıl atamamış, Arda atmış sayılmamış, Suarez atmamış falan derken bitmiş işte odun gibi. Üzüldüğüm, protestoları kaçırmış olmak. Son şampiyon olduğumuz sezondan bu yana belki de Galatasaray maçında izlenecek, heyecanlanılacak bir şey olmuş; onu da ben kaçırdım.

Şimdi söyleyeceğim şey sadece Galatasarayla ilgili değil, futbol kulüpleri taraftarlarının neredeyse tamamıyla ilgili: Dışarıdan büyükbaşlara nasıl görünüyor bilemem ama kulüp taraftarlğı parti sempatizanlığından daha derin bir bağlılık içerir. Kulüp, taraftar için en büyük güçtür ve o güçle hiçkimseyi yarıştırmaz taraftar kendi gözünde. Yani kısacası bir şehri, kasabayı, hatta bir ülkeyi bir çuval kömüre veya ramazan erzağına satın alabilirsiniz; satın aldığınız kişi bunu çaresizlik olarak görecektir kendi kendine. Ama bir taraftarı, tarihin en ihtişamlı stadını yapsanız bile tatmin edemezsiniz; böyle bir emeğin karşılığında sevmediği birine destek çıkmak onursuzluktur, haysiyetsizliktir taraftar için. Ha, yok mu o taraftarlar arasında da Tayyip'e oy vermiş adam? Tabii ki var ama Tayyip'e oy verip orada yuhalayan adam, sapla samanı karıştırmayan adamdır. İkisini ayrı tutan adamdır. Yakın tarihte futbol yüzünden çıkan savaşlar; taraftar hareketleriyle başlayan özgürlük mücadeleleri bile var. Taraftarlığın dinamikleri ayrı işler, siyasete açık değildir. Herhangi bir kulübün taraftarının gönlünü; o adamın sıradan hayatında nasıl aldıysanız o şekilde alamazsınız. Dün akşam göründüğü üzre ters teper.

Dahası, Tayyip ve ekibi (ki bu ekibe Adnan Polat da dahil) bir linç tehlikesi yaşadıklarının da farkında değildi dün akşam. Sebebi ise gayet açık; TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar'ın Başbakan yuhalandıktan sonra efendisini koruyan samuray gibi mikrofona sarılıp sarfettiği şu laflara bakalım:

-"Galatasaray, Ali Sami Yen Stadı’ndaki yükümlülüklerini bile yerine getiremeyecek durumdaydı. Yüklenici firmanın işi bırakmasının ardından, dönemin başkanı Özhan Canaydın, aciz bir durumda bize geldi. Biz de onların teklifini kabul edip, stadı yapmayı üstlendik."

Kim olursa olsun, Başbakanın yuhalandığı bir ortamda böyle sözler sarfetmenin yangına körükle gitmek olduğunu bilmesi gerekir. Yalnız bizim yöneticilerimizdeki padişah ruhunun ve halkı azarlama tekniğinin yukarıda belirttiğim gibi bir stadyum içerisinde sonuç vermesini ummak bile başlı başına bir gerizekalılıktır; Türkiye'de devlet adamı veya bürokrat olmak için bir önkoşul olan gerizekalılık düzeyinden bile daha fazlasıdır. Tabi bir de devlet adamının bakış açısıyla bakmak gerekir. Dışişleri Bakanı Egemen Bağış'a göre “Bu yapılan nankörlüktür” mesela. Böyle bir durumda Galatasaray taraftarının gösterdiği tepki; bürokratlarımızın yerden yere vurulduğu belgelere karşı hükümetimizin sergilediği görmezden gelen tavır gibi olmalıdır ABD'ye karşı. Tarım ve Köyişleri bakanı Mehdi Eker gibi "Yapılanlar çok ayıp çok saygısızca" olarak da değerlendirilebilir ki öyledir. Koskoca ülkenin köylüsü, çiftçisi rezil rüsva olurken sadece bir tanesi sesini çıkarttı, o da anasını aldı gitti zaten. Bu tepki nedir şimdi? Kesin o yuhalayanlar Ergenekoncudur bak demedi demeyin.

Son olarak; dün akşam futbol adına şahsen çok şey beklemiştim; Hagi herkesi hücuma kaldırsın, ilk maç olması nedeniyle hazırlık maçı bile olsa rakibe göz açtırmasın istemiştim. Maçın özetinde içi geçmiş taraftarın da iki takıma uyum sağladığı görülüyordu ama dün akşam taraftar herkesten daha çok mücadele, daha çok direnç gösterdi. Dünkü maçın galibi taraftardır. Mağlubu ise önümüzdeki dönemde Galatasaray olacaktır.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Çöl Tanrısı

*"Kadim kitaplarda çölün sonsuzluğa gittiği söylenir. Çölde zaman yoktur; bildiğimiz zaman,
bir ufuktan diğerine uzanan çölün ortasında, artık bilmediğimiz bir hal alır. Bazen öylece durur,
izlettirir kendisini. Bin yılı bir anda gösterir bazen. Geldiğim yerde doğduğum günden ayrıldığım
güne kadar aynı tepeleri aştım, aynı yollardan gittim, aynı ağacın dibine uzandım, aynı taşın üzerine
kanımı döktüm. Ama biliyorum ki, benim büyük büyük atalarım benim dibine oturduğum ağacı da görmedi,
benim gittiğim yolları da. Zaman bizim bildiğimiz diyarlarda böyle işlerdi...
Çöl.
Çöl zamanın ne demek olduğunu gösteriyor bize; ve ne demek olmadığını. Geceyi yanımda getirdiğim
öküz derisinden yaptığım tentenin altında geçirdim. Çöl sağolsun tentemi bana bıraktı ama, beş yüz
adım geride bıraktığım tepe artık yok. Dün önümde bana gölge eden bir dağ da yoktu.

Çöl Tanrısı

Ben senin kullarından değilim. Seni Tanrı yapanın ne olduğunu bilemeyecek kadar cahil kaldım,
hiç çöl görmedim. Anladım ki bildiğim Tanrılar kadar yüce, onlar kadar anlaşılmazmışsın.
Çöl Tanrısı
Bin gün yürüdüm, çöle geldim. Bin günde bitiremediğim azık çölde üç gün dayandı. Bulmaya geldiğimin
değip değmediğini düşünürken, varlığının her yanımı sardığını hissettim.

Çöl Tanrısı
Senden kendi tanrılarımızdan istemediğimi isterim; ister ver ister verme: Bana seslen Çöl Tanrısı."
Belindeki küçücük keseyi çıkardı. Elleri titriyordu, avuçlarının derisi tabaklanmış gibi sepsertti, gergindi.
Parmaklarının ucuyla, sanki incitmemeye çalışıyormuş gibi açtı ağzını kesenin ve içindeki cam kırığı gibi ince,
gri kumu yere döktü. Başına sardığı paçavranın alınlığını sıyırdı, yere döktüğü kumun üstüne dayadı.
"Ne yiyecek bir lokma yemeğim, ne içecek bir damla suyum kaldı. Ben seni Tanrı olarak kabul ettim,
sen de beni kulun olarak kabul et."
Alnı yanıyordu. Kumlara gömdüğü dizleri de. Biraz serinlik hissetmek için elerini iyice kumun altına gömdü
ama, aradığı o serinliği dirseklerine kadar bulamadı. Yavaş yavaş kendini kaybettiğini anlıyordu. Bir an için
soğukkanlılığını kaybetti:
"Çöl Tanrısı,
Benim seni farketmem üç gün sürdü. Sen de takdir edersin ki bir üç günüm daha yok. Zamana hükmediyorsun,
anlarsın. Alnımı şu kuma dayadığımdan beri bir üç gün daha geçti."
Çaresizdi. iki büklüm kalmış, yüzünü kumdan çekmeye takati yoktu. Yavaş yavaş çenesi yere yaklaşıyor,
dudağı ateş gibi yanan kuma değdiği an can havliyle boynunu geriye çekiyordu. Yine de çaresizliğinin gözüyle
görüp tüm benliğiyle kavradığı bir inanca dönüştüğüne kendisini inandırmaya çalışıyordu. Bir yerden sonra artık
yüzünü kumdan uzaklaştıramamaya başladı. Gözleri kapandı, yana devrildi. Karşısındaki tepeyi artık tamamen aşan
güneş, kapalı olduğu halde gözlerini kamaştırıyordu. Gözlerinden akan yaşlar çenesinin hizasına gelmeden tamamen
kuruyor, gergin derisinin üzerine basılan birer kızgın demir hissi veriyordu. Bayılmadan önce aralamaya cesaret
ettiği gözleriyle gördüğü son şey, belki iki saat uzaktaki tepenin üzerinden başının ucuna değen bir gölgeydi.
Gözlerini kapatırken de artık gölge yüzüne inmeye başlamıştı. Son gücünü ağzından kulaklarına doğru yayılan tebessüme harcadı:
"Çöl Tanrısı..."

11 Ocak 2011 Salı

Hareme Düşkün Olmayan Padişah

Kanuni, haremindeki kadınlara Kur'an okuyordu. Günde 5 vakit onlara imamlık yapıyor, yeri geliyor okuyup üflüyordu. Bir padişah olmasına rağmen, akla hayale gelmeyecek imkanlara sahip olmasına rağmen hiç bir kötü alışkanlığı yoktu. İçki içmezdi; içki değildi o. Sadece "Ulan koskoca padişah içki içmiyor" demesinler diye içki gibi görünen şeyler içerdi. Fethettiği memleketlerin hükümdarlarının hepsi bize yamuk yapmıştı, ters yapmıştı, şerefsizlik yapmıştı o yüzden gitti dümdüz etti hep oraları. Yoksa hiç de öyle şiddete başvuracak türden bir insan değildi. Mohaç savaşı mesela. Gitmiş Macarlar; Habsburglarla yakınlaşmışlar. Ulan delikanlı adam başkasına yakınlaşır mı? Söylemiş, etmiş dinlememişler. E napcan hacı? Dalıcan.

"Hiçbir yöneticinin yatak odasında yaşananları canlandırmak kimsenin haddine değildir" demiş Mustafa Armağan. "Muhteşem Yüzyıl'ı okullarda çocuklara örnek diye okutulan bir sultanın yatak odasına kamera soktuğu için eleştiriyor ve kınıyorum" demiş. E be Mustafa; Can Dündar olacak adam Atatürk'ü düşkün olarak, alkolik olarak gösterirken ağzın mı doluydu da konuşamadın? Şimdi "E ona da yapmasınlar!" diyecek yerlerini açmadan şunu da söyleyeyim; Atatürk hakkında yapılan da bir belgeseldi üstüne üstlük; kurgu bir dizi değil!

Ya normalde gülünüp geçilecek bir olay şu diziye gösterilecek tepki ama adamlar yolları kesip televizyon kanalının binasını yumurtalamışlar. "Kanunlar Kanuni'yi koruyamadı" demişler; ulan Atatürk'ü koruyamadı! Türkiye'de Cumhuriyet ve sonrası dönem değerlere gösterilen sorgulayıcı yaklaşım "çağın gereği" olarak değerlendirilirken; neden Osmanlı dönemine yönelik eleştiriler vatan hainliği, saygısızlık hatta dinsizlik-imansızlık olarak görülüyor? Burada baştan bir çarpıklık var; Osmanlı savaşlarla büyüdü, entrikalarla zayıfladı, yöneticilerin beceriksizliği ve yolsuzlukları nedeniyle de yıkıldı, basitçe hatırlarsak bu. Bunu bu kadar net biçimde pek ifade edemesek de açıklaması bu; yapacak bir şey yok. Kafayı devlet meselelerine yormadan, güç ve popülizmle yönetilmeye alışmış güruh için tabii ki padişah bir dini şahsiyettir, tabii ki bizim tarihimizde haram lokma yiyen yoktur, tabii ki Menderes bir demokrasi şehididir. Yalnız bu güruhu elinde hamur gibi oynaya oynaya iyice cıvık bir hale getirip kirleten sağ merkezli beyin takımı (beyin?), avucundaki osuruktan nem kapan öfkeli kalabalığı papağan gibi konuşturabiliyor "Cumhuriyet dönemi sorgulansın, irdelensin!" diye; sanki irdelemek kelimesinin anlamını bilen birileri varmış gibi aralarında. Peki neden bu insanlar arasında silkinerek uyanan ve "E ulan, o zaman bu Osmanlı niye yıkıldı?600 yıllık imparatorluğun içine kim s.çtı?" diyen yok?

Bak daha bu kanalın binasına yürüyüp yumurta atanlar neler demiş:

"Ecdadımız Peygamber izinde giden ecdaddır, Harem düşkünlüğü yoktur!" Tabi lan, doğru diyosun. O cariyeleri beslemek için almışlar zaten hep hareme "Anne bunu çok sevdim besleyebilir miyim?" gibisinden. Oğlum, iyi misiniz lan? Padişah lan o adam. Koskoca padişah. Adam Osmanlı tarihinin en büyük padişahı. Gücü var, imkanı var, ihtiyacı var; bakkallık yapmıyor, işçi çalıştırmıyor; imparatorluk yönetiyor ulan işte adamın her türlü ihtiyacını karşılaması lazım! Siz istediğiniz kadar itiraz edin aq; o padişahlar o haremdeki cariyeleri çatıııır çatır s.kti yüzyıllar boyunca. Ha helal olsun, ailelerini ihya etti, emekli olduktan sonra evlendirdi falan. Alan memnun satan memnun. Bunu inkar etmenin alemi var mı? Ama tutup da "Padişahlar ahlak timsali, hatası olmaz" diye peygamberleştirmeyin. Adamlar yeri geldi kardeşlerini doğradı. Devletin bekaası falan boşver; bugün sen padişahı peygamber belleyip kardeş katlini anlaşılabilir olarak görürsen, yarın "sünnettir bu" diye kardeşini doğrarsın daha angut.

Altemur Kılıç da demiş ki;

"Atatürk'ün içki içtiğini televizyonlar gösterdi. Hatta Beylerbeyi'nde içerken ahaliye 'Bakın beyler bu rakıdır' demiştir. Kanuni Sultan Süleyman da büyük bir isim ve içki içtiği doğrudur ancak özel hayatları bir kenara bırakmak gerek.

Kanuni, muhteşem tarihimizin muhteşem bir adamıdır. Mesele olmayan şeyleri neden mesele yapıyoruz? Kötü olan şeyleri çöpe atalım ve iyi taraflarını hatırlayalım. Kişilerin özel hayatlarını yaptıklarına karıştırmak yanlıştır. Atatürk'ün içki sofrası Can Dündar'ın emeğiyle yansıdı ama bu gündem oluşturmadı. Kanuni'nin içkisi haremi neden bu kadar olay oluyor. Anlatacak başka şeyler yok mu?"

Süleyman Demirel'e uzanan son mikrofondan beri bu kadar kafa karıştırıcı, bu kadar uzun olup da hiçbişey anlatmayan cümleler duymamıştım. Atatürk'ün içişinin ekrana yansıtması için de "gündem oluşturmadı" demesinden anlaşılıyor ki kendisi gündemi takip etme gereği duymuyor, e tabi kaç yaşına geldi. Basitçe dediklerinin meali şu; "Atatürk içki içerken gösterildi ama sen şimdi onu boşver; Kanuni'yi gösterme. Muhteşem o." Beyin damarlarına stent lazım galiba. İdrak yolları tıkanmış gibi.

Sonuçta; adam gibi, günümüz televizyonculuğuna göre değerlendiren bir kişi bile çıkmamış. Ulan Tudors olsun, Roma olsun, Spartacus olsun ağzımız açık izliyoruz elalemin tarihini. Bizim de tarihi karakterlerimiz hakkında dizi yapılmış işte; o döneme bir ilgi başlayacak. Sen televizyonda istediğin kadar yanlış şeyler göster; insanlar araştırıp doğrusunu öğrenecek! Yok ulan yok, sizin tarafta hiç kafa yok.

Ben hala kanal binasına yumurta atanlara takılmış durumdayım. Polislerin izin günümüymüş lan? Yoksa medyaya yumurta atmak serbest mi? Yok, serbestse ben de yumurtaları toplayıp gideyim Samanyolu'nun önüne; "Beşinci Boyut" yumurtayı tüm diğer dizilerden daha çok hak ediyor! Ulan dalga geçiyolar seyirciyle!

Bir de şunu anladım; yavşaklıkta sınır yokmuş. İlk önce "Türkiye'nin aydınlık geleceği" sloganını çaldınız, bu sloganı attığı için dayak yiyenlerden. Şimdi de yumurta atmayı öğrendiniz yumurta attığı için dayak yiyenlerden. Allah sizi nasıl biliyorsa öyle yapsın; şeref haysiyet ihsan eylesin.

Ölü Oldum

*Yatağım yine dağınıktı, toplamadım. Pantolonlar, atletler... Sağda solda; atılmış, buruşuk... Açık kalmış bir defter, masanın üzerinde bilmem kaçıncı sayfasında bırakılmış bir kitap, yarısında terkedilmiş bir bardak çay; ani bir ölüme benziyor odam. Ben de koltuğa serip kendimi, gözlerimi kapatıyorum ve şöyle diyorum:

-"Oğlum, öldün işte. Ne yapacaksın şimdi?"

Ölüm; kendini bir deftere yazdırmadan, bir kitaptan kendini okutmadan geliyormuş aslında. Hiç beklenmediği anı kolluyor sanki; ama her an gelebileceğini nasıl da unutturuyor elindekileri kullanarak... Tablada, külleri bir yılanın terkettiği derisi gibi filtresine kadar gri bir yol olmuş sigarada; bir yudumluk arkadaşlık yapmak için umutsuzca bekleyen bir çay bardağında, ekonomi sayfası en ön sayfasına katlanmış bir gazetede, damlalarıyla ritm tutan bir muslukta falan...

Öldüm ben. Ne yapar ölü? Ne yapacağım?

Bıraktığım koltukta buluyorum kendimi: Ayağa kalkıp, tavana dikilmiş gözlerimle, parmaklarımı çıtlatırken tam serçe parmağa geldiğinde aniden yakalanan baş parmağımla, yavaş yavaş rengini kaybedip dudaklarımı iyice belirginleştirecek kadar beyazlayan yanaklarımla ve artık inip kalkmayan göğsümle orada öylece, ölüce kalmış bedenimi koltuğun üzerinde görene kadar dikiliyorum. "İşte" diyorum, "ölmüşsün işte".

Odamdan çıkıyorum. Çıkmam gerek. Öldüm ben. Bakalım ben giderken neler oluyor, ne
ler dönüyor görmem lazım. Ceketimi alıyorum; ölünce insan çok üşüyor, aklınızda bulunsun. İniyorum merdivenlerden, bahçedeyim. Kediler yine aç, haykırış bağırış etrafımda dönüyorlar. Mısırlılar hakikaten doğru biliyormuş; kediler ölüleri görüyor, anlıyorlar onları. Kendilerini besleyemeyecek kadar ölü oluşumu da anlayışla karşılarlar artık.

İyi de, sokaklar aynı. Neden? İnsanlar niye umursamaz bir şekilde şen şakrak, ahlaksızca sarmaş dolaş, küfür kıyamet geziniyor ortalıkta? Az önce biri öldü!

Allah belanızı versin.

Yarın, ya da bir sonraki gün siz de öleceksiniz. Size kim yas tutacak ki zaten? Ama ben ölen herkese üzüldüm. Belki annenizdi ölen? Çoğunuzun derdini sıkıntısını dinledim, derman oldum. Nasıl gülüp eğlenebiliyorsunuz ki; daha soğumadım bile!

Her öldüğüm akşamda aynı yere gidiyorum. Aynı kafeye. Canım sigara istiyor. Bedenim de isterdi. Can bedenden boşanınca, huyları cana veriyor hakim demek ki. Sigaralı bölüm istikamet. Camın önündeki tekli masa boş. Ölülerin muhabbeti sıkar zaten, kimsenin yanına oturmamak iyi.

Masaya oturduğum gibi yakıyorum bir tane. Ciğerlerimin olması gereken yer bir rahatlayıveriyor. Allah kahretsin; yine Kral, yine Kıraç.Yaşarken sevmezdim. Ölünce dokunuyormuş insana. Ya Serdar çalıyor olsaydı? Kıraç iyidir...

Kızlı erkekli ne güzel oturuyor insanlar. Nasıl da yanaşıp öpüşüyorlar çaktırmadan; Gebze'nin günah duvarlarını yıkıyorlar akılları sıra. Ne günahı be. Yapmamak günah. Arkadaşlarım da aynı onlar gibi yapacak yarın:

-"Bu arada, ..... ölmüş lan, duydunuz mu?"

-"Evet evet, duydum. Yazık ya... Melisle Cenk pişti olmuşlar dün Taksim'de!"

-"Hadi be!? Eee?"

Allah belanızı versin.

Şu masada oturan; bana mı bakıyor ne? Görüyor mu ne? Dur bakayım... A-aa, garson bana doğru geliyor! Bu akşam da ölemedik anasını satayım. İnsanlar yine gülüyor. Hakikaten pis, ahlaksız, Allah'sız bir durum. Tama, eyvallah; ölmedim ama, şu anda birileri ölüyor: Gülmeyin. Benim gibi biri vardır içlerinde mutlaka o ölenlerin. Sizi kendinizi hiç düşünmediğiniz kadar düşünmüştür hep. Başınıza bir iş geldiğinde sırtlamıştır sizi, teselli etmiştir hiç değilse. İçine ettiklerinizi telafi etmiştir, sizi mutlu etmeye çalışırken anası ağlamıştır. Sonra gidişinizi izlemiştir...

Allah belanızı versin.

Eve dönüp yatağıma yatıyorum; ölümü bu kadar kabullenmişken gelmeyişinin derin burukluğuyla. Ölüm bile ekti beni arkadaş. O bile yarı yolda bıraktı.

Uyuyorum ve uyanıyorum her sabah uzaktan gelen ya da uzaktakilerin yakınından gelen sela sesiyle ve her sabah şöyle dedirtiyor bana:

-"Bak işte, ben dememiş miydim?"

Siz gülün tabi, eğlenin, anlatın...

-"Duydunuz mu ..... ölmüş!"

-"Hıı, duydum. Milan maçı kaç veriyodu?"

Allah belanızı versin.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Kıtalararası Yolculuk

Benim bulunduğum yerde 500T ile mümkün. Şu "Avrupa'ya hoşgeldiniz" hıyarlığına uyuz oluyorum normalde ama bir haklılık payı var sanki. Bizim Asya'mızdan ne olacak Avrupa'mızdan ne olacak gerçi ama hakikaten farkediyor. Yine depresif bir haftasonu bekliyordum, birkaç saatliğine de olsa farklı olacağını düşündüm ama güne uyandığım anda anladım ki maç 90 dakikaymış, son düdük çalmadan kazandım dememek gerekirmiş.

Abi bir uyandım, karşı apartmanın camında bir kız. Ellerinde yastıklar falan; gökyüzüne bakıp birşeyler söylüyor. Bir sağa bir sola sallanıyor, kucağındaki yastıkları boğmaya çalışıyor falan. "N'apıyo bu manyak lan?" dedim uyku sersemliğiyle. E tabi insan sonra kötü hissediyor; amiyane bir tabir manyaklık, bu kız rahatsız. Yani belli ki bir ruhsal problemi falan var. Bir kere zaten sabah sabah onu görünce insanın asabı daha tamir olamadan bozulmuş oluyor. İlerleyen saatlerde kısa bir süreliğine de olsa insan kendi kendiyle başbaşa kalıp düşünüyor, sigara içiyor ve hop; hadi bakalım çıkar şimdi aklından çıkarabiliyorsan.

Kafayı dağıtmak için hadi sözlüğe gireyim bari dedim. Taa fiğ tarihinde yazdığım bir yazıyı biri favorilere eklemiş; yani hiçbir yüz güldüren olayın olmadığı bir günde bununla mutlu oluyor insan. Bir de nezaket boyutu var tabi işin; favorilere ekleyene mesaj atıp teşekkür edeceksin. O da tamam. Ekleyen de nazikmiş; "Ne demek, rica ederim" minvalinde bir cevap. Ha bişeyler daha söylemese ölür; "Ya i$te cnm erkeqler de güwenlmes. qız olmak qolay deyil, güwen arar bir qız." gibi rerörerö yazmış bir şeyler. Tabi canım. Ben de senden farklı olarak eşşeğin zikini arıyorum zaten.

Toparlanıp dönüş yoluna koyulduğunda kulağa saplanmış mp3 çaların da etkisiyle hafif bir moral tazelenmesi oluyor. Ha Gebze'ye dönüyor olmanın mutluluğu değil bu; öyle bir mutluluk yok. Yolda olmanın güzelliği diyelim. Tanımadığım etmediğim insanların yanlarından geçerken selam vermeleri falan; muhit güzel muhit. Siz de bu kadar incelikten sonra kaldırıma çıkmaya çalışan tekerlekli sandalyeliye yardım etmeye falan çalışıyorsunuz, yol yayaya ait olmasına rağmen hört diye karşınıza çıkan taksiye yol veriyorsunuz; şoför de baş hareketiyle teşekkür ediyor falan. Öyle kaptırıyor ki insan kendini; elinizde sigarayla hedefe kilitlenmiş yürürken bir çocuk gördüğünüzde refleks olarak arkanıza saklıyorsunuz sigara tuttuğunuz elinizi, adam ediyor bu muhit insanı sanki. Normalde metroya gelene kadar buranın büyüsü ama metroda, hatta 4.Levent'te de değişen bir şey olmadı. Hala insanlar nazik falan. Gün ne güzel geçiyor!

500T'yi beklerken bir sigara yaktım. Her şey çok güzel gidiyordu tabi; 500T'nin tıka basa dolu olması kaçınılmazdı. E sigara bitmemiş ama, bir sonrakini bekledim. Ulan bu nasıl bi haftasonu; sabahki karşı pencere sendromundan sonra her şey güzel; akşam saat 5.30da 500T'de oturacak bir sürü yer var! 1 dakika önceki sardalya kutusu gibiydi anasını satayım! Oh oh pek güzel. Arka kapının hemen önündeki cam kenarı koltuk dolu. İlk seçeneğim o her zaman. Eğer orta boşluğun önündeki koltuklar da doluysa, ayakta gideceğim demektir; çünkü başka yere oturmam. Boştu, oturdum. Müzik de güzel kulağımdaki; yine ayaklarımı yere, ellerimi de nereye denk gelirse oraya vurarak ritm tutuyorum. Evet, itiraf ediyorum: 500t'de kulağında kulaklıkla her cumartesi ve pazar kıpır kıpır kıpraşan manyak benim. Elim dursa ayağım durmuyor. Hele ki ayaktayken daha fena. Boru dansı falan, mazallah. Ritim tutcam diye saçmalıyorum; farkında değilim çoğu zaman.

Köprüyü geçince ilk mevzuyla karşılaştık; fazla iyi gitmiştik. Kavacık'ta 5 dakika geçti; niye benden önce bindin kavgası, kadınlar arasında. Cinsiyetçi değilim; erkek de olabilirdi ama bu kadar uzun sürmezdi erkek olsa. Gergin gergin bakışlar, ayakta durmanın zorluğu ve ani frenlerin insanları soktuğu eblek durumlarla birleşince dışardan çok komik görünüyor. Kozyatağı'na gelindiğinde ben hala dizlerimde davul çalıyorum; yer versin diye tepeme kadar gelen kadınları görmezden geldim 5-10 dakika boyunca. Çok yorgunum bugün, hayatta yer vermem. Biraz dinlenelim da!

Saat 6 falandı; otobüste ayakta kimse yoktu. Bir tane boş yer bile vardı; benim yanım. G.tümün başımın ayrı oynadığını görünce insanlar genelde benim yanıma oturmaz; son çare benim yanım. İki tane yaşlı kadın bindi otobüse; ama nasıl kadın. Nereden baksan 65-70 yaşında varlar ama makyaj falan yapmışlar, şıkır şıkır giyinmişler, bir de bir gülerek eğlenerek giriyorlar ki yüzü gülüyor insanın. Sanki okuldan çıkmışlar eve gidiyorlar; sadece görüntüleri yaşlı. "Eh, bunlara yer verilir" dedim, kalktım verdim yerimi hiç de bakmadım arkasından otursunlar onlara veririm yerimi. Bişeyler söylediler herhalde teşekkür falan; başımla selamladım şimdi çıkarmayayım kulaklıkları dedim. Aradan bir - iki dakika geçti; bu kadınların etrafındaki koltuklarda oturan insanlar bir bana bakıyor, bir bu kadınlara. Görüntüden anladığım kadarıyla birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldıyorlar ama herhalde etraftaki herkes duyuyor. Çaktırmadan kapattım mp3 çaları. Bak şimdi nasıl yakaladım bunları:

-"Saçları dökülmüş ama!
-E ama pek kıpır kıpır, o kadar yoktur bu!"

Neyin geliyor olduğu aslında belli ama o kadar şekerler ki; dayanamadım:

-"Teyze bu kafa nereden baksan 7-8 yıldır böyle. Hayırdır?"

Allah'ım, vallahi bu yaşta da kanka olunabiliyormuş onu öğrendim. Yahu polis gibi işimi sordular, memleketimi sordular, ne okuduğumu sordular. Bir de ilginç olan; soruyu soracak olan diğerinin kulağına fısıldayıp danışıyor önce; ondan sonra soruyor. Sonra tabi bakla çıktı ağızdan:

-"Yahu benim bir torunum var bak gör bak dünya tatlısı; dur bak resmini göstereyim..."

Hadiii, ama şimdi bu kadarı da biraz garip geldi. Vallahi bir an otobüs ilk durduğunda inmek istedim, vazgeçtim sonra. İyiden iyiye rezilliğe dönüyor olay. Ne diyeyim ki? Yani, "Gözlerim bozuk gözlüğüm yok yanımda gösterme" demeyi bile düşündüm. Şimdi resmi gördük, tamam iyi güzel de bu nedir ya? Ne diyeyim?

-"Dur bak, bir telefonunu vereyim ah evladım bir görüş!"

Teyze kusura bakma ama "Yok ebesinin .mı" derler! Kartımı verdim. Artistlik yapıyorum, ne yapayım?

-"Ben şimdi kaydedemem o telefonu teyze, iş telefonu bu; tamam mı? Ben kartımı vereyim, o arasın. Mesai saatleri dışında arasın ama."

!!! Ne yapayım?! En civcivli soruyu da sona sakladılar:

-"Oğlum kaç yaşındasın sen?"
-"Yirmiyedi yaşındayım."
-"Haaa..." (yanındakinin kulağına) "Ufakmış."

Abi nasıl kötü oldu düşünebiliyor musun? Bir koyverdi kendini etraftaki koltuklarda oturanlar... Rezil oldum rezil. Tam artık böyle kırmızının en koyu tonundayken:

-"Teyze yaşla ne alakası var bu işlerin; olursa olur olmazsa olmaz. Senin torun kaç yaşında?" dedim. Demez olaydım. Hiç de komik gelmedi çevreye, ben bir kahkaha dalgası daha bekliyordum. Kız 34 yaşındaymış. Yani bu konu hakkında daha fazla yorum yapmıyorum; kendimi bir otobüs dolusu insana rezil ettim zaten o yeter bana.

Kendimi Pendik'te zor attım 500T'den. Ve Asya'nın acı gerçeğiyle her hafta olduğu gibi bir kez daha karşılaştım: Gebze - Harem minibüsü. O kadar dolu, o kadar sıkışık ki, dışarıdan bakınca içerideki sıkışıklıktan dolayı arabanın kaportası esnemiş, daha bi yuvarlaklaşıp toparlak hale gelmiş gibi görünüyor. Araya bir yere sıkıştım artık, ne yapayım? Gebze'ye kadar süren yarım saat sürdüğünü düşündüğüm yolculuk boyunca onlarca insan inip onlarca insan bindi ama ben sürekli aralarına sıkışıp havada kaldığım o üç kişinin ceketine dayamak zorunda kaldım yüzümü. Hiçbir yere tutunmadığım halde düşmeme imkan yoktu; bir elimde mp3 çalar, diğer elimde telefon gayet de rahat gittim. Arada "LAHEOOWWW!!! LA ARHALARA DOĞRU İLERLEYİN LA!" diye hönküren şoförün telefondaki arkadaşına ilk önce "deeermişim!", sonra da "diyosuunn?" dediğine şahit oldum. Yetmedi, bir de az kalsa kapıya sıkıştıracağı yolcudan "esküz mi, pardon" diye özür diledi.

Çarşı'ya gelip minibüsten dışarı pörtlediğim anda yerde yatan ölü kediden bir kedinin ne gibi iç organlara sahip olduğunu öğrendim. Günün en büyük şoku buydu herhalde; yani buralarda çok sık görülmeyen bir durum değil ama yemeğe yetişmeye çalışıyorum. Annem aradı, 2 dakika sonra evde olduğumu söylememe rağmen yine "Ha geldin mi yani? Yetişiyor musun yemeğe? İndin mi minibüsten?" deyince; "Evet" dedim, "Gebze'ye geldim." Sonra yemek, sonra her zamanki gibi evden huzura doğru kaçış; Gebze'de neyin huzuruysa artık.

O değil de, kız aramasa bari.

9 Ocak 2011 Pazar

Agbia'nın Saat Kulesi

*Bir zamanlar, hiç kimsenin gidemeyeceği kadar uzak, zaten gitmek istemeyeceği kadar da sıkıcı bir ülke vardı. Bu ülkede gece ve gündüz yoktu; bir saat kulesi vardı.İnsanlar, gündüz olmasını istedikleri zaman saati on ikiye getirirler; canları sıkılıp, yorulup uyumak istedikleri zaman da yine saatin ayarıyla oynayıp havayı karartıverirlerdi. Buna bir düzen getirdiler zamanla. Aralarından birini seçip Beyaz Saat Kulesine çıkardılar. Seçilen kişi, her gün insanları yaşamını düzenliyor; halk da onun ihtiyaçlarını karşılıyordu. Yapan kişinin yaşamını devam ettirmek için hiçbir şey yapmasına gerek kalmasa da, en zor meslek saat kulesinde bekçilik yapmaktı. Herkesin işini, gücünü, ne zaman uyuyup uyanacağını ayarlarken kendisi uyuyamıyordu; çünkü ne zaman gece, ne zaman gündüz olması gerektiğine kendisi karar veriyordu ama bunu ayarlayacak bir çalar saati yoktu! İşte bu yüzden seçilmiş kişinin konumu insanların gözünde büyüdükçe büyüdü. Halk, seçilmiş kişiye hizmet etmeyi bir borç bildi ve hergün yiyecek, içecek, giysi; ürettikleri ne varsa vererek uykusuzluğunun karşılığını vermeye çalıştı. Seçilen de her geçen gün görevine daha fazla sarılıp insanların güvenini boşa çıkarmamaya çalıştı.Seçenlerin bağlılığı, seçilenlerin özverisi birkaç istisna dışında ölçüsü olmayan zamanlar boyunca sürdü.

Oldukça uzun bir süre Beyaz Kulede bekçilik yapan Abedan emekli olunca yeni bir seçim yapmak için tüm insanlar kulenin etrafında toplandı. Kapının eşiğinde, pek çok ufak tefek canlının ömrü olabilecek bir zaman boyunca oturdular, tartıştılar. Hiç kimse aday olmuyor, bu ağır sorumluluğu kimse üstlenmek istemiyordu. Umutsuzluk içindeki bekleyiş uzadıkça uzuyor, baygınlık geçirenler, uykusuzluktan rahatsızlananlar gittikçe artıyordu. En son ne zaman gece olduğunu unutmaya başlamışlardı. Sonunda canı oldukça sıkılan Adal, Beyaz Kulenin bekçiliğine aday olduğunu açıkladı. Bir anda sevinç kapladı herkesin içini. Kim bilir kaç ineğin sağılacağı zaman heba olmuştu bir adayın çıkmasını beklerken, ama insanların sevinçleri boğazlarına düğümlendi başlarını çevirip kimin aday olduğunu görünce. Adal: Kimsenin sevmediği, hiç kimseyi sevmeyen, güvenilmez, işsiz güçsüz bir ayyaş. Buna rağmen halk hoşnutsuzluğu bir kenara bıraktı; çünkü hala başka bir aday ortaya çıkmıyordu. Tüm olumsuz düşünceleri bir yana bırakıp Adal'ı öven, yücelten bağırışlar, şarkılarla desteklediler onu. Sevinç çığlıkları arasında Adal Kuleye çıktı, ta en tepeden insanlara seslendi:

-"Şimdi, gece ve gündüz bana mı bağlı?" diye sordu, tüm gücüyle bağırarak. "Her ihtiyacımı, isteğimi karşılayacak mısınız?"

-"Evet, elbette!" diye seslendiler, tereddüt etmeden.

-"O halde" dedi Adal; "yemek istiyorum, içecek, bir sürü içki! Oynayacak, oyalanacak bir sürü oyuncak istiyorum!"

İnsanlar şaşırdılarsa da ses çıkarmadan tüm istekleri yerine getirdiler. Adal da onlara geceyi geri verdi. Tüm Agbia halkı, sonunda uyumaları gereken karanlıkta uyuyabilecekleri için çok mutluydu.

Adal başlarda zorlandı. Bir iş yapmanın, sorumluluk almanın ne kadar zor olduğunu gördü. Doğru düzgün uyuyamıyor, bazen sızıp kalıyor ve saati ayarlamakta gecikiyordu. Böyle günlerin ertesinde balkonundan insanları izlerken onların şikayetlerine, yakınmalarına kulak kabartıyordu ister istemez:

-"Önceki gün çok uzundu, bu kadar uzun gün olur mu?"

-"Gece çok uzundu. Sabah sersem gibi kalktım yataktan, bütün gün hiç bir iş yapamadım."

Gün geliyor, kapıyı çalıp Adal'a istekler iletiyorlardı:

-"Yetişmesi gereken işler var, önümüzdeki bir kaç gün uzun olsun!"

-"Çok çalıştık, yorulduk. Şu bir kaç günü biraz kısa tutuver..."

Zor isteklerdi bunlar. Birinin dileği bir diğerine uymuyordu. Bu kez de şikayetler başlıyor, huzursuzluk doğuyordu. İnsanları memnun etmenin zor, hepsini aynı anda memnun etmenin imkansız olduğunu anladı Adal. İçinden "Boşver oğlum, dilediğini yap sen. Nasıl olsa yiyip içtiğin ayağına kadar geliyor hergün, çamaşırların yıkanıyor." diye geçirdi sonunda bir gün.Ne yapsa insanların memnun olmaması, yaşadığı sıkıntıların üzerine bir de Kuleye çıkmadan önceki yaşantısı geldikçe aklına, içinde uyuyan umursamazlığın gözlerini biraz daha aralıyordu.

Uzunca bir günün ardından geceyi getirdi Adal. Geceyi çok seviyordu. Oldum olası severdi zaten. Gece vakti yaptığı haylazlıkları, içip içip sağda solda sızdığı günleri; uzaktaki dağlardan gelen kurt seslerinin verdiği ürpertiyi hatırlayıp iç geçirdi. Oturdu, şişeler boyunca içti, içti. Vakti geldiğinde gündüzü getirmeyi hiç canı istemedi ama; güneşin tepeye yükselişini izledikten sonra hemen sızıp kaldı bir köşede.

Tavuklar dört-beş kez yumurtladı, fırıncının yaptığı ekmekler küflendi; yemyeşil oldu fakat gündüz bitip gece gelmedi. Halk, sıcakla birlikte ikiye katlanan öfkeyle doluydu. Yiyecek içecek bıraktıkları kuleye notlar bırakıyorlardı nefret dolu; ama Adal uyuyordu. Uyandığında bir de baktı ki bir sürü yiyecek gelmiş, çoğu bozulmuş, çürümüş. Balkona koştu; insanlar kapıya toplanmış bekliyorlardı. Adal'ı görünce bağırmaya başladılar:

-"Geceyi geri getir!"

-"Uyuyamıyoruz!"

-"Biz bize düşeni yapıyoruz, sen de yap!"

Adal, bir an bile haklı olabileceklerini düşünmedi, öfkeyle bağırdı:

-"Onu yap, bunu yap; bıktım! Hiç biriniz memnun olmaz mısınız? Söylenmeyi bırakın da işinizin başına dönün! Bu kulenin bekçisi benim!"

İnsanlar Adal'ın son sözü karşısında dehşete kapıldı:

-"Seni biz seçtik!" Ama Adal'ın umursamaz bir tonla cevap verdi:

-"Evet" dedi, "Siz seçtiniz."

Uyudu, uyandı,tekrar uyudu, tekrar uyandı... Ne kadar uyuduğunu hesaplayamıyor, bilmek de istemiyordu. Arada kalkıp yeni gelen yiyeceklerden yiyor, sonra tekrar uykuya dalıyordu. Halk ise Adal'a kızıyor, öfkeleniyor, patlayacak hale geliyordu; bunları da yazdıkları pusulalarda dile getiriyorlardı ancak.

Zaman geçti, onlarca kelebek öldü, onlarcası doğdu. Adal'a sunulacak yiyeceklerin çeşidi azalmaya başladı. Uyuyamadığı bir gün, kafasını kuleden dışarı uzattı ve gördü ki; dereler kurumuş, sıcaktan insanların dudakları çatlamış, ekinler toprakta; meyveler ağaçta yanmış. Adal bunları görünce inadının daha fazla sürmemesi gerektiğini anladı ve geceyi geri verdi. İnsanlar biraz kendilerine gelip ne olduğunu anlayınca sevinçle Adal'a seslenip ona minnettarlıklarını dile getirdiler. Bu bir zaman devam etti ama Adal hiç duymadı; gece, Adal'ın gözlerini ve kulaklarını kapatmıştı. Eski günlere duyduğu özlem onu çepeçevre sardı ve içindeki son insancıl düşünceleri de öldürdü. Siyah gökyüzünün, sayamayacağı kadar çok yıldızla aldığı gri-lacivert renk ile büyülenmişti. Uzaktan gelen ulumaları bir şarkı gibi dinliyor, evlerin camlarından gelen mum ışıklarının yavaş yavaş tükenişini izliyordu; kaldırım taşlarına uzandığı zamanlardaki gibi.

Mumlar bitti. Halk sokaklara döküldü. Bağırışlar, çağırışlar... Adal duymuyordu yine. Uyuyordu. Uyanık olduğu zamanlarda da uyuyordu. Zamanla insanların seslerinin azalıp, ulumaların yaklaştığını da duymadı. Çok ileri gittiğini anladığı gün, hiç yiyeceğinin kalmadığını gördüğüydü. Balkona çıktı:

-"Tamam" diye bağırdı karanlık boşluğa, "Gündüzü geri veriyorum!"

-"Verme!" dedi hastalıklı, hırıltılı sesler "Gündüz işimize gelmez!"

Kurtlardı cevap verenler; Adal'ın içini çaresiz bir pişmanlık kapladı. Koşarak saate gitti, akrebine asıldı ve güneş gökyüzüne ufuktan; ipi kopup da suyun dibinden yukarı fırlayan bir balon gibi uçtu. Yüzlerce, belki binlerce kurdun dağlara, ormanlara doğru kaçışını izledi. Köyde tek bir insan kalmamıştı. Kurtlar güneş ve sıcaktan, Adal da açlıktan ölecekleri günü beklerken, Kuleye daha önce bekçilik yapanların isimlerinin yazıldığı panoya gitti gözü. Son bir iş olarak, kendi ismini yazmaya koyuldu panoya. "Abedan; Ülke'nin en ferah dönemi" yazan yerin altına, küçük, bozuk harflerle "Adal" yazdı. Başka bir söz eklemedi; çünkü gerçekten hiç gerek yoktu, herşey ortadaydı.

-Aralık 2004-