9 Ocak 2011 Pazar

Agbia'nın Saat Kulesi

*Bir zamanlar, hiç kimsenin gidemeyeceği kadar uzak, zaten gitmek istemeyeceği kadar da sıkıcı bir ülke vardı. Bu ülkede gece ve gündüz yoktu; bir saat kulesi vardı.İnsanlar, gündüz olmasını istedikleri zaman saati on ikiye getirirler; canları sıkılıp, yorulup uyumak istedikleri zaman da yine saatin ayarıyla oynayıp havayı karartıverirlerdi. Buna bir düzen getirdiler zamanla. Aralarından birini seçip Beyaz Saat Kulesine çıkardılar. Seçilen kişi, her gün insanları yaşamını düzenliyor; halk da onun ihtiyaçlarını karşılıyordu. Yapan kişinin yaşamını devam ettirmek için hiçbir şey yapmasına gerek kalmasa da, en zor meslek saat kulesinde bekçilik yapmaktı. Herkesin işini, gücünü, ne zaman uyuyup uyanacağını ayarlarken kendisi uyuyamıyordu; çünkü ne zaman gece, ne zaman gündüz olması gerektiğine kendisi karar veriyordu ama bunu ayarlayacak bir çalar saati yoktu! İşte bu yüzden seçilmiş kişinin konumu insanların gözünde büyüdükçe büyüdü. Halk, seçilmiş kişiye hizmet etmeyi bir borç bildi ve hergün yiyecek, içecek, giysi; ürettikleri ne varsa vererek uykusuzluğunun karşılığını vermeye çalıştı. Seçilen de her geçen gün görevine daha fazla sarılıp insanların güvenini boşa çıkarmamaya çalıştı.Seçenlerin bağlılığı, seçilenlerin özverisi birkaç istisna dışında ölçüsü olmayan zamanlar boyunca sürdü.

Oldukça uzun bir süre Beyaz Kulede bekçilik yapan Abedan emekli olunca yeni bir seçim yapmak için tüm insanlar kulenin etrafında toplandı. Kapının eşiğinde, pek çok ufak tefek canlının ömrü olabilecek bir zaman boyunca oturdular, tartıştılar. Hiç kimse aday olmuyor, bu ağır sorumluluğu kimse üstlenmek istemiyordu. Umutsuzluk içindeki bekleyiş uzadıkça uzuyor, baygınlık geçirenler, uykusuzluktan rahatsızlananlar gittikçe artıyordu. En son ne zaman gece olduğunu unutmaya başlamışlardı. Sonunda canı oldukça sıkılan Adal, Beyaz Kulenin bekçiliğine aday olduğunu açıkladı. Bir anda sevinç kapladı herkesin içini. Kim bilir kaç ineğin sağılacağı zaman heba olmuştu bir adayın çıkmasını beklerken, ama insanların sevinçleri boğazlarına düğümlendi başlarını çevirip kimin aday olduğunu görünce. Adal: Kimsenin sevmediği, hiç kimseyi sevmeyen, güvenilmez, işsiz güçsüz bir ayyaş. Buna rağmen halk hoşnutsuzluğu bir kenara bıraktı; çünkü hala başka bir aday ortaya çıkmıyordu. Tüm olumsuz düşünceleri bir yana bırakıp Adal'ı öven, yücelten bağırışlar, şarkılarla desteklediler onu. Sevinç çığlıkları arasında Adal Kuleye çıktı, ta en tepeden insanlara seslendi:

-"Şimdi, gece ve gündüz bana mı bağlı?" diye sordu, tüm gücüyle bağırarak. "Her ihtiyacımı, isteğimi karşılayacak mısınız?"

-"Evet, elbette!" diye seslendiler, tereddüt etmeden.

-"O halde" dedi Adal; "yemek istiyorum, içecek, bir sürü içki! Oynayacak, oyalanacak bir sürü oyuncak istiyorum!"

İnsanlar şaşırdılarsa da ses çıkarmadan tüm istekleri yerine getirdiler. Adal da onlara geceyi geri verdi. Tüm Agbia halkı, sonunda uyumaları gereken karanlıkta uyuyabilecekleri için çok mutluydu.

Adal başlarda zorlandı. Bir iş yapmanın, sorumluluk almanın ne kadar zor olduğunu gördü. Doğru düzgün uyuyamıyor, bazen sızıp kalıyor ve saati ayarlamakta gecikiyordu. Böyle günlerin ertesinde balkonundan insanları izlerken onların şikayetlerine, yakınmalarına kulak kabartıyordu ister istemez:

-"Önceki gün çok uzundu, bu kadar uzun gün olur mu?"

-"Gece çok uzundu. Sabah sersem gibi kalktım yataktan, bütün gün hiç bir iş yapamadım."

Gün geliyor, kapıyı çalıp Adal'a istekler iletiyorlardı:

-"Yetişmesi gereken işler var, önümüzdeki bir kaç gün uzun olsun!"

-"Çok çalıştık, yorulduk. Şu bir kaç günü biraz kısa tutuver..."

Zor isteklerdi bunlar. Birinin dileği bir diğerine uymuyordu. Bu kez de şikayetler başlıyor, huzursuzluk doğuyordu. İnsanları memnun etmenin zor, hepsini aynı anda memnun etmenin imkansız olduğunu anladı Adal. İçinden "Boşver oğlum, dilediğini yap sen. Nasıl olsa yiyip içtiğin ayağına kadar geliyor hergün, çamaşırların yıkanıyor." diye geçirdi sonunda bir gün.Ne yapsa insanların memnun olmaması, yaşadığı sıkıntıların üzerine bir de Kuleye çıkmadan önceki yaşantısı geldikçe aklına, içinde uyuyan umursamazlığın gözlerini biraz daha aralıyordu.

Uzunca bir günün ardından geceyi getirdi Adal. Geceyi çok seviyordu. Oldum olası severdi zaten. Gece vakti yaptığı haylazlıkları, içip içip sağda solda sızdığı günleri; uzaktaki dağlardan gelen kurt seslerinin verdiği ürpertiyi hatırlayıp iç geçirdi. Oturdu, şişeler boyunca içti, içti. Vakti geldiğinde gündüzü getirmeyi hiç canı istemedi ama; güneşin tepeye yükselişini izledikten sonra hemen sızıp kaldı bir köşede.

Tavuklar dört-beş kez yumurtladı, fırıncının yaptığı ekmekler küflendi; yemyeşil oldu fakat gündüz bitip gece gelmedi. Halk, sıcakla birlikte ikiye katlanan öfkeyle doluydu. Yiyecek içecek bıraktıkları kuleye notlar bırakıyorlardı nefret dolu; ama Adal uyuyordu. Uyandığında bir de baktı ki bir sürü yiyecek gelmiş, çoğu bozulmuş, çürümüş. Balkona koştu; insanlar kapıya toplanmış bekliyorlardı. Adal'ı görünce bağırmaya başladılar:

-"Geceyi geri getir!"

-"Uyuyamıyoruz!"

-"Biz bize düşeni yapıyoruz, sen de yap!"

Adal, bir an bile haklı olabileceklerini düşünmedi, öfkeyle bağırdı:

-"Onu yap, bunu yap; bıktım! Hiç biriniz memnun olmaz mısınız? Söylenmeyi bırakın da işinizin başına dönün! Bu kulenin bekçisi benim!"

İnsanlar Adal'ın son sözü karşısında dehşete kapıldı:

-"Seni biz seçtik!" Ama Adal'ın umursamaz bir tonla cevap verdi:

-"Evet" dedi, "Siz seçtiniz."

Uyudu, uyandı,tekrar uyudu, tekrar uyandı... Ne kadar uyuduğunu hesaplayamıyor, bilmek de istemiyordu. Arada kalkıp yeni gelen yiyeceklerden yiyor, sonra tekrar uykuya dalıyordu. Halk ise Adal'a kızıyor, öfkeleniyor, patlayacak hale geliyordu; bunları da yazdıkları pusulalarda dile getiriyorlardı ancak.

Zaman geçti, onlarca kelebek öldü, onlarcası doğdu. Adal'a sunulacak yiyeceklerin çeşidi azalmaya başladı. Uyuyamadığı bir gün, kafasını kuleden dışarı uzattı ve gördü ki; dereler kurumuş, sıcaktan insanların dudakları çatlamış, ekinler toprakta; meyveler ağaçta yanmış. Adal bunları görünce inadının daha fazla sürmemesi gerektiğini anladı ve geceyi geri verdi. İnsanlar biraz kendilerine gelip ne olduğunu anlayınca sevinçle Adal'a seslenip ona minnettarlıklarını dile getirdiler. Bu bir zaman devam etti ama Adal hiç duymadı; gece, Adal'ın gözlerini ve kulaklarını kapatmıştı. Eski günlere duyduğu özlem onu çepeçevre sardı ve içindeki son insancıl düşünceleri de öldürdü. Siyah gökyüzünün, sayamayacağı kadar çok yıldızla aldığı gri-lacivert renk ile büyülenmişti. Uzaktan gelen ulumaları bir şarkı gibi dinliyor, evlerin camlarından gelen mum ışıklarının yavaş yavaş tükenişini izliyordu; kaldırım taşlarına uzandığı zamanlardaki gibi.

Mumlar bitti. Halk sokaklara döküldü. Bağırışlar, çağırışlar... Adal duymuyordu yine. Uyuyordu. Uyanık olduğu zamanlarda da uyuyordu. Zamanla insanların seslerinin azalıp, ulumaların yaklaştığını da duymadı. Çok ileri gittiğini anladığı gün, hiç yiyeceğinin kalmadığını gördüğüydü. Balkona çıktı:

-"Tamam" diye bağırdı karanlık boşluğa, "Gündüzü geri veriyorum!"

-"Verme!" dedi hastalıklı, hırıltılı sesler "Gündüz işimize gelmez!"

Kurtlardı cevap verenler; Adal'ın içini çaresiz bir pişmanlık kapladı. Koşarak saate gitti, akrebine asıldı ve güneş gökyüzüne ufuktan; ipi kopup da suyun dibinden yukarı fırlayan bir balon gibi uçtu. Yüzlerce, belki binlerce kurdun dağlara, ormanlara doğru kaçışını izledi. Köyde tek bir insan kalmamıştı. Kurtlar güneş ve sıcaktan, Adal da açlıktan ölecekleri günü beklerken, Kuleye daha önce bekçilik yapanların isimlerinin yazıldığı panoya gitti gözü. Son bir iş olarak, kendi ismini yazmaya koyuldu panoya. "Abedan; Ülke'nin en ferah dönemi" yazan yerin altına, küçük, bozuk harflerle "Adal" yazdı. Başka bir söz eklemedi; çünkü gerçekten hiç gerek yoktu, herşey ortadaydı.

-Aralık 2004-

1 yorum: